Hiç görmediği baba ocağı Sasun’a doğru yola çıkan Silva Arslan Demirci’ye yol arkadaşlığı yapan Behçet Çiftçi, tanık olduğu kavuşma hikâyesini anlatıyor. Bir yandan kaybedilen bir geçmişin hüznü, diğer yanda ata topraklarıyla kurulan bağın mutluluğu… Silva’nın öyküsünde bir halkın kaderi saklı.
“Coğrafya kaderdir” der tarihçi İbn-i Haldun. Coğrafya insanın kaderi olduğu kadar kederidir de. Hele bir de Ortadoğu’da yaşıyorsanız, Habil’in kanıyla lanetlenen toprakların kanla beslenen tarihi üzerinize çöker. Bu yüzden bu coğrafya insanın omuzlarında atalarından miras ağır bir yük kalır. Kimi bu yükü sırtlayarak taşımaya çalışır, kimi bu yükün altında ezilip kalır.
Silva’nınki, bu yükü sırtlayan bir şehir kızının öyküsü. Hayatında hiç görmediği dağları, dereleri, yaylaları, pınarları; atalarının geçmişine dair ne varsa hepsini heybesindeki not defterine kazıyarak, bir zamanlar dağ kavminin yaşadığı Hov bölgesindeki köyüne doğru yola koyulur.
Sarapyan’ın torunu, Sadık’ın kızı Silva... Besse’yle telefonda konuşurken “Liliya’dan sonra bir deli daha getiriyorum Sasun’a” demişti. Onun ‘deli’ tabirini kullanması, gelen kişinin Sasun’a duyduğu sevginin büyüklüğünü gösteriyordu aslında. Ben de tüm programımı iptal edip kendilerine katılacağımı söylemiştim.
Silva, babasının vefatından iki sene sonra, yanına Besse’yi de alarak Sasun’a gelmeye karar veriyor. Havaalanında vakit kaybetmeden Kozluk’a yol alıyoruz. Bir zamanlar ünlü Sason beylerine başkentlik yapan Hazzo Kalesi’ne uğradıktan sonra, vadideki köyleri tek tek geride bırakıyoruz. Koyu bir sohbet eşliğinde, Sasun İsyanı’nın yerel kahramanlarından biri olan Tetere Badıke’nın köyüne, meşhur Kharbak’a varıyoruz. Hayatında Sasun’u hiç görmeyen Silva’ya “Nereden esti de bugün kalkıp yollara düştün?” diye soruyorum. Bu soru Kharbak köyündeki kadınların konuşmaları arasında kaybolup gidiyor.
‘Hov’ denen dünya
Hov bölgesi... Bir zamanlar dağ kavminin yaşadığı Mıntıka-i Memnu, yani isyan döneminin yasaklı bölgesi. Hazzo’dan Goğ köyüne uzanan vadi boyunca Merge, Aynras, Şat ve Kharbak köyleri yer alır. Dağların arasında geniş bir düzlüğe sahip olan Hov Yaylası’nda ise Natopan, Hizorte, Hov köyleri bulunur. Yaylanın kuzeydoğusunda Maruta Dağı’ndan Garzan Çayı’na uzanan vadide ise Gusked ve Asi köyleri vardır. Bu köyler, tarihî Sasun coğrafyasında yer aldıkları halde, 1938’de Hazzo’nun ‘Kozluk’ adıyla ilçe yapılmasından sonra Kozluk’a bağlanır.
Temmuz sıcaklarının kavurduğu bir vakitte, ağustos böceklerinin kulakları tırmalayan sesleri eşliğinde, Hov Yaylası’nda, atalarının hayatını genlerinde taşıyan Silva, daha önce hiç görmediği ama hiç de yabancısı olmadığı dağ ve taşlarda, bağ ve bahçelerde, dere ve pınarlarda, mezarlık ve kilise harabelerinde, bazen gülerek, bazen ağlayarak atalarından geriye kalan izlerin peşine düşüyor.
Silva’nın babasının köyü Natopan... Bugün artık haritalarda bile yer almayan köyün adı, Cumhuriyet döneminde Çubuk olarak değiştirilmiş.
Sasun bölgesinde yaşayan Ermeniler, ilki 1915, diğeri ise 1935-1938 yılları arasında başlayan, yöre halkının ‘Nafi’ olarak adlandırdığı iki büyük göçe maruz kalmışlar. Birinci Nafi’de akrabalarının çoğunu kaybeden aile, yöredeki aşiretlerin korumasıyla kurtulmayı başarır. Bu sefer daha başka bir felaket ailenin kapısını çalar. 192 -1937 arasındaki Sasun isyanında yasaklı bölge sınırları içinde kalan köy boşaltılır. Silva’nın ailesi de Sasun’da başka bir köye yerleşmek zorunda kalır.
İsyanın bastırılması ve köylerin boşaltılıp harabeye dönüşmesinden ancak 10-15 yıl sonra çıkarılan kanun sonrasında tekrar köylerine gelerek hayatlarını devam ettirmeye çalışırlar, bütün Sasun, yasak bölge halkı gibi. Ama geriye ne barınacak bir ev kalmış, ne de ekilecek bir tarla... Tüm aile el ele verip köyü yeniden imar eder. Bu dönemde dağlar arasındaki Hov bölgesi kaçakçıların ve dönemin ünlü eşkıyalarının sığınağı olur. Bir taraftan kaçakçıların, diğer taraftan da askerlerin baskısı çekilmez bir hal almaya başlar.
Sararmış otlar arasında uzanan kavisli yolda arkamızda bir toz bulutu bırakarak, Hov Yaylası’ndaki Khanikhore çeşmesine ulaşıyoruz. İlkbaharda kayanın altında fışkırarak dere şeklinde akan sular, karların erimesiyle birlikte kuruyarak çeşmeye dönüşmüş. Silva, ailesinden buranın ismini çokça duyduğunu belirtiyor. Yaz sıcaklarının terlettiği yüzümüzü bu kez su değil, çeşme başında esen rüzgâr serinletiyor. Zaten Ermenicede hov ‘rüzgâr’ anlamına geliyor. Çeşme başındaki yolda karşılaştığımız Hızorte köyünden olan amcayı yanımıza alıp, Natopan’a yakın başka bir çeşmede duruyoruz. Gölgesine sığındığımız kavak ağaçlarının altında yapılan sohbette, Silva’nın babasının ismini duyan köylülerin yüzleri aydınlanıyor; “Çok iyi bir adamdı, bak bu kavak ağaçlarını baban dikmiş” diyorlar. Daha köyün girişinde babasının izine rastlayan Silva’nın heyecanı daha da artıyor.
Köylülerle vedalaştıktan sonra kavak ağaçlarını arkamıza alıp, karanlığa kalmamak için hızlıca Natopan köyüne gidiyoruz. Kavak ağaçlarının yeşerttiği umutlar köydeki evlerin harabeleri arasında kaybolup gidiyor. Silva yolunu kaybetmiş küçük bir kız gibi bir o harabeye giriyor, bir diğerine. Bir dönem babasının, amcalarının evi olan duvar taşlarının üzerine oturunca, yılların ağırlığı da Silva’nın omuzlarına çöküyor birdenbire. Kimi zaman gözyaşları içinde sözü boğazında düğümleniyor kimi zaman coşkuyla anlatmaya başlıyor. Babasının evinin arkasındaki harabede bir zamanlar bir dokuma tezgâhının bulunduğunu söyleyince şaşırıyorum. Sasun’da 45 yıl öncesinde bile dokumadan demirciliğe her türlü üretim Ermeniler tarafından yapılıyordu. Peki ya bugün? İnsan, son Ermeniler de bu toprakları terk ettiğinde bu toprakların bir bereketi kalacak mı diye kendine sormadan edemiyor.
Zorlu İstanbul günleri
Sadık Amca, 1975 yılında köye vaftiz için gelen bir papazın ikna etmesiyle atalarının ebedi yurdunu terk ederek, Anadolu’daki tüm Ermeniler gibi kendileri için en güvenilir liman olan İstanbul’a sığınır. İlk dönemlerde kilisenin yardımıyla hayata tutunmaya çalışan aile zaman içinde büyük şehre ayak uydurarak, dost ve akrabaların desteğiyle, beton yığınları arasındaki yeni hayatına alışmaya başlar. Memleket özlemiyle geçen bu yıllarda, arada memlekete yapılan yolculuklarla hasret giderilmeye çalışılsa da, 90’lı yıllarda Natopan köyünün tamamen harabeye dönüşmesini izleyecektir aile.
Bir ömürlük bekleyişten sonra Silva’nın köyüne yaptığı bu yolculukla omuzlarındaki yük hafifliyor. Ata topraklarını görmenin mutluluğunu Silva’yla paylaşarak, harabeleri, taşlar arasında gezinen kaplumbağalara emanet edip ayrılıyoruz köyden. Bir zamanlar Sasun’un en verimli tütününün elde edildiği tarlaların kenarından, köyün mezarlığına geçiyoruz. Coğrafyamızın kederlerinden biri olan define avcılarının verdiği tahribatla karşılaşıyoruz burada. Yıllar boyu definecilerin tahrip ettiği manastırlardan, kiliselerden geriye bir şey kalmayınca, sıra Ermeni mezarlarına gelmiş. Silva, arkasını babasının diktiği kavak ağaçlarına verip, mezarlıkta açılan çukurların üzüntüsüyle çaresizce mum yakıp atalarının ruhuna dua okuyor. Karanlığın çökmesiyle birlikte, geldiğimiz yoldan Kharbak köyüne dönüyoruz.
Uzun bir sessizlikten sonra Silva’ya sabah sorduğum soruyu tekrar soruyorum: “Neden şimdi geldin?” “Her şey çok ani oldu, bir rüzgâr savurdu beni” diye cevaplıyor Silva. “Keşke on yıl önce babamla gelseydim buralara” derken sesi kısılıyor.
42 yıl önce köyünden göçmüş Sadık Amca’dan geriye harabe bir köy, adıyla anılmaya devam eden dört-beş kavak ağacı ve “iyi bir insan” olarak tanınmanın gururu kalmış. Silva da babasından aldığı mirasla geçmişinin peşinde koşarak ve sırt çantasına yazdırdığı oğlunun ismini gittiği her yere taşıyarak, geleceğe yeni bir sayfa açıyor.