YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Suriyeli olmak..

Bu “hoşgörülü” denen toplumun bir kesiminin nasıl da bir anda bir linç kalabalığına dönüştüğünü görmekteyiz. Şunu unutmamak gerekir. Hiç kimse doğduğu toprakları terk etmek, sürekli gözetim altında ve üstelik de hayli zor koşullarda, sürekli aşağılanma tehdidi ya da olgusuyla yaşamak istemez.

Suriyedeki savaşın başlangıcından itibaren Türkiyeye çok sayıda Suriyeli sığınmacı geldi. Takriben 2014ten bu yana, diyebiliriz. Bilhassa büyük kentlerde Suriyeli sığınmacılarla günlük hayatta temas arttıkça ırkçı diyebileceğimiz reaksiyonların arttığını da görüyor, duyuyor, hissediyor idik. 

Günlük hayatta dolmuşa, metroya, metrobüse binen insanlarız. Son birkaç yılımız, etrafımızda sürekli Neden buradalar?, Ülkelerine niye dönmüyorlar? Tabii, burada rahatları yerinde, Bunlar yüzünden suç oranı artıyor gibi konuşmalara tanık olmakla geçti. Kimine müdahale edebildik, kimine edemedik, edecek halet-i ruhiyeyi bulamadık. Bunların herhalde en acımasız, gaddarca olanı Gitsinler ülkelerinde savaşsınlar, burada ne yapıyorlar şeklinde olanı idi. Bunu hem toplu taşıma araçlarında duydum, hem de sosyal medyada sık sık karşıma çıktı.

Tüm o –aslında sahteliğini bildiğimiz- Hoşgörü sözlerine rağmen bu topraklarda acımasızlaşabilen bir yan olduğunu biliriz. Biraz serbest vezin tespitler olmak üzere şunları söyleyebilirim. Bu toplumda hoşgörü ile karşılaşıp karşılaşmayacağınız, çoğunluk için "tehdit" oluşturup oluşturmadığınıza bağlıdır. Küçük, zararsız bir topluluk her zaman hoşgörü ile Bize emanet sözleriyle karşılanabilir, o hoşgörü ve emanet sözcüğündeki üstünlük ve kibir imasıyla elbette. Ancak ne zaman ki küçük, cılız, güçsüz bir topluluk olmaktan çıkar ve çoğunluk için ciddiye alınacak bir hale gelirseniz, çoğunluk için  sorun olmaya başlarsınız.

Bunları her alanda görebilirsiniz. Lafı aslında illa ki 1915e ve Ermenilere getirmek istemiyorum, her ne kadar konu kendiliğinden oraya gitse de. Mesele 1915i de kapsamakla birlikte aslında daha da boyutlu. Hatıraların hala canlı olduğu 6-7 Eylül mesela, çok önemli bir kırılma noktasıdır. Evet bu pogromu devlet tezgahlamıştır ancak toplumun bir kısmı da büyük bir şevkle bu yağma, şiddet ve tecavüz kampanyasına katılmıştır. Üstelik bu, önceki yıllarda böylesi bir pogromun pek de ciddi bir ipucu görülmezken olmuştur. Ve yine üstelik birçok mahallede saldıranlar, saldırdıkları Rum ve Ermenilerin yıllar boyunca kapı komşuları ya da ahbapları idiler. Yıllardır yanyana yaşamaktaydılar. Mağdurların çoğu, sonraki yıllardaki anlatımlarında asıl şoku bu yüz yüze baktıkları kişilerden gördükleri şiddet ve düşmanlık nedeniyle yaşadıklarını söylemişlerdi. (Yeri gelmişken, Zaven Biberyanın Yalnızlar adıyla Türkçeye çevrilen romanı, tam da 1955 öncesinde, daha doğrusu 1950lerin başlarında hem taşradan kente yeni gelmiş, -daha önemlisi- hem de kentli-modern çoğunluğun Rum, Ermeni ve Yahudilere nasıl da diş gıcırdattığını ve nasıl da aslında bu diş gıcırdatmanın kuvveden fiile geçmek üzere olduğunu, geçtiğini yine Biberyan'ın kendine has ustalığıyla, anlatır.)

Aleviler de bu kahredici dengeden paylarını almışlardır. 70lerin sonlarındaki Maraş, Sivas gibi katliamlar, Çorum gibi katliam girişimlerinde elbette ki kontrgerillanın ve Orta Anadoluda Sünni muhafazakar toplumun belli bir kesiminin bilhassa Alevi konusundaki nefretinin payı vardır. Ancak o zaman yapılan analizlerde hep Alevilerin ekonomik olarak da o dönemde hakim pozisyonda olduklarına ya da olmaya başladıklarına dikkat çekilmiştir. Ve bu katliamların ardından  Alevilerin yaşadıkları bölgelerdeki güçlerini, konumlarını kaybettiklerini bilmekteyiz. Ve sanılmasın ki bu sadece Orta Anadoluda ya da Doğu Anadolu çeperlerinde yaşanmıştır. 1960ların ortalarında Dalaman Ortacadaki Aleviler de çoğunluğun baskısına, nefretine maruz kalmışlardı. (Pek bilinmeyen bu konuyla ilgili detaylı bilgi için: http://bianet.org/bianet/siyaset/175754-ortaca-alevi-katliami-nin-50-yildonumu )

Bütün bunların yanında bir de uluslararası diyebileceğimiz bir davranış kalıbı var. Ne Hintli ve Pakistanlıların İngilteredeki, ne de Afrikalıların Avrupadaki maceraları sorunsuz olabildi. Tüm bu ülkelerde kendinden olmayana, göçmenlere, sığınmacılara yönelik nefret ve ayrımcılık sürdü, hala da sürüyor.

Burada Ben aslında ırkçı değilim diyenlerin bile düştüğü tuzak şu oluyordu. Diyelim ki bir göçmen hırsızlık yaptı. Ne yazık ki insanlar bir göçmenin hırsızlık yapmasını ayrı bir şekilde kodladılar kafalarında. Halbuki hırsızlık o göçmenler gelmeden önce de o ülkede vardı, geldikten sonra da var oldu ve bütün hırsızlıklar orana vurulsa kıyaslanamayacak derecede en büyük pay, yine o ülkede yaşayan çoğunluk üyelerinindi. Oysa insanlar, daha doğrusu kimi insanlar, ne yazık ki hırsızlık taciz, cinayet gibi vakalarda da hep kendilerinden olmayanları kodladılar. Diğer vakalar onlar için neredeyse haber değeri bile taşımazken bir göçmenin karıştığı adli bir vaka Huzurumuz bozuluyor düşüncesiyle kaydedildi. Ve bu algıya oynayan politikacılar da hiç eksik olmadı. İyi de oy aldılar, alıyorlar.

Son günlerde Suriyelilerin içinde olduğu adli vakalar nedeniyle hem nefret saldırılarına hem de bilhassa sosyal medyada nefret söylemlerine tanık olmaktayız.

Ve bu hoşgörülü denen toplumun bir kesiminin nasıl da bir anda bir linç kalabalığına dönüştüğünü görmekteyiz. Şunu unutmamak gerekir. Hiç kimse doğduğu toprakları terk etmek, sürekli gözetim altında ve üstelik de hayli zor koşullarda, sürekli aşağılanma tehdidi ya da olgusuyla yaşamak istemez.

Hiçbir Suriyeli burada keyfinden yaşamıyor yani. Tüm bu hengame içinde internette rastladığım İspanyadaki bir duvar yazısı, tüm dünya için rehber olabilecek nitelikte. Şöyle deniyordu o yazıda: Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin."