KHK ile atıldıkları işlerine geri dönmek için uzun süredir açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça tutuklandı. Şu basit cümle ne tür bir süreçten geçtiğimizi o kadar can acıtıcı biçimde özetliyor ki. Bu konuda iki hafta önce bir yazı yazmıştım zaten. Ve bu insanların, iktidar, toplum kendilerini duymadıkları, sırtlarını döndüğü için açlık grevi yapma yoluna girdiklerini söylemiştim. Ancak gelin görün ki iktidarın kendilerini duymaları bu şekilde oldu.
Bu gelişme üzerinde biraz durmamız gerekiyor. 90’lar 2000’ler boyunca pek çok açlık grevi gördük maalesef. Bunların büyük kısmı cezaevlerinde gerçekleştiriliyordu. Dolayısıyla açlık grevi yapan birinin gözaltına alınması gibi bir durumla karşılaşmadığımız gibi bunu aklımızdan bile geçiremezdik. Ancak bu tabii bize şu açıdan da durumun ne kadar korkunç olduğunu gösteriyor. Zira cezaevinde açlık grevi yapmak aslında bize şunu söyler. Bu insanlar zaten cezaevinde oldukları, yani toplum onları duymadığı için ve zaten içerde yaşadıkları koşullar daha da ağırlaştırıldığı için açlık grevine gitmişlerdir. Yani seslerini duyurmak için başka yolları kalmamıştır ama asıl mesele şudur: koşullar katlanabilecekleri durumu aşmıştır.
Meseleye bu çerçevede baktığımızda şunu görebiliyoruz. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça her ne kadar dışarıda olsalar da demek ki aslında cezaevi koşullarında yaşamaktaydılar. Yani Ankara’nın ortasında eylem yapmalarına rağmen sesleri cezaevindelermişcesine duyulmamaktaydı. Bu içinde yaşadığımız medya dünyasının nerelerde olduğunu gösteriyor bir yandan. Bir yandan da aslında “dışarıda” olduğunu düşündüğümüz insanların cezaevi koşullarında, atmosferinde yaşadıklarını.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça KHK ile işlerinden atılmışlardı. Bu durumda olan ve işlerini geri almaya çalışan on binlerce insan var. Ve aynı Gülmen ve Özakça gibi seslerini duyuramıyorlar. Eşleri çocukları var. Hayatlarını sürdürmekte zorlanıyorlar. İnsan hakları açısından çok büyük bir mesele yaşanıyor Türkiye çapında, özetle.
İki hafta önce baskıcı iktidarların açlık grevleri karşısında belli bir şekilde davrandıklarını söylemiştim. Görmezden gelme, dalga geçme gibi. Türkiye şimdi bu açıdan yeni bir uygulama geliştirmiş oldu. Açlık grevi yapan insanları tutuklamak. Bu herhalde dünya literatürüne geçecek bir uygulama olacaktır.
Ancak iş bununla da bitmiyor aslına bakarsanız. Başta da dediğim gibi savcılık tarafından Gülmen ve Özakça’ya sorular sorular ürpertici. Ama ondan da önce tutuklanma gerekçeleri. Şu cümle var mesela:
“Tutuklanmamaları halinde adaletin işleyişine zarar verecekleri ve eylemlerin ceza süreleri dikkate alındığında adli kontrol koruma tedbirlerinin yetersiz kalacağı..”
Şimdi şu soruyu sormak kaçınılmaz hale geliyor elbette. Açlık grevi yapan ve bu grevleri 75 günü aşan iki insan cezaevine atılmamaları halinde adaletin işleyişine nasıl zarar verebilir? Her şeyden önce bu ülkede adalet zaten nasıl işliyor? Öyle anlıyoruz ki muhalif kim varsa tutuklayarak. Ama bu yaşadığımız bambaşka bir örnek. Bu insanlar adalet beklemekten başka bir şey yapmıyorlar. Ve eğer tutuklanmazlarsa adaletin işleyişine zarar verecekler. Öyle mi?
Dediğim gibi. Bir de savcılık sorgusu var. Cumhuriyet gazetesinde yer alan habere göre Gülmen ve Özakça’ya şu sorular sorulmuş:
“Masumane hak arayışı görünümündeki bu eylemlerin asıl amacı nedir? Ülkemiz genelinde eylem birlikteliği yaparak ülkemizde gezi türü olaylar mı başlatmak istiyorsunuz? Ölüm orucu eylemi yapmanız konusunda size ne tür menfaatler sunulmaktadır?”
Gerçekten insanın kanını donduran sorular bunlar. En çarpıcısı da “Ne tür menfaatler sunulmaktadır” sorusu. Açlık grevi yapan ve bu grevinde 75 günü aşan iki insanın ne tür bir menfaat beklentisi olabilir? Bir devletin zihni böyle çalışabilir mi? Çalışıyor işte. Bu ülkede çalışıyor.
Bir de şu Gezi meselesi var tabii. Artık nasıl bir paranoya oluşmuşsa iktidarda, ve nasıl korkuluyorsa bir Gezi daha başlamasından. Açlık grevi yapan insanlara bile bu sorulabiliyor. Çünkü bu iktidar Gezi direnişine öyle konspiratif bir açıdan baktı ve hala öylesine bu açıdan bakıyor ki. İki insanın açlık grevi yaparak yeniden Gezi direnişi başlatabileceğine inanıyor.
Peki soruyu şöyle sorsak aslında: Acaba bu insanlar hakları gaspedildiği için böylesi bir eyleme başvurmak zorunda kalmış olabilirler mi? Bu mesela hiç aklınıza gelmiyor mu? Ya da insanlar bundan 4 yıl önce kentlerinin talan edildiğini ve baskıcı bir atmosferde yaşadıklarını düşündükleri için sokağa çıkmış olabilirler mi? Bu hiç aklınıza gelmiyor mu?
Geliyor tabii. Ancak meseleyi böyle anlamayı tercih ediyorlar. Sağ siyaset için hak talebi diye bir şey olmadı hiçbir zaman. “Ülkeyi karıştırmak isteyenler” oldu.
Bu OHAL ve hak talebi meselesini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta sonu AKP kongresinde yaptığı konuşmadan bir bölümle bitirmek en uygunu belki de. Şunları söylüyor Erdoğan:
“OHAL ne zaman kalkacak diyorlar. Ben de onlara diyorum ki Fransa’da 15-20 tane terörist ayağa kalktı. Öldürüldü ve Fransa 1-1,5 yıl OHAL ilan etti. Benim ülkemde devlet yıkılmaya çalışılıyor ve biz 249 şehit veriyoruz, 2 bin 193 gazimiz var. Ya siz ne yüzle bize OHAL’in ne zaman kalkacağını soruyorsunuz? Kalkmayacak. Bu ülke huzur ve refaha kavuşuncaya kadar OHAL neden kalksın? Göreve geldiğimizde uzun yıllar OHAL vardı. Şimdi ise dün bir bugün iki.”
Yazıyı her zamanki gibi bitirelim. Umut her zaman vardır. Ve Nuriye ile Semih’in her zamankinden fazla desteğe ihtiyaçları var.