Kestirmeden gideyim. YSK’nın mühürsüz oy pusulalarını geçerli saymasının yarattığı skandal nedeniyle seçimin yenilenmesi gerektiği ortadadır. Çok açık ki, Türkiye’deki rejimi köklü biçimde değiştiren, parlamento ve Bakanlar Kurulu’nun devre dışı bırakan ve hatta –AKP dahil– siyasal partileri de sistemin daha da kenarına itip, iki partiliyi bile geçtim, iki başkan adaylı bir sistem öngören anayasa değişikliği, gereken koşullarda yapılmamıştır.
Öncelikle, OHAL koşullarında yapılmıştır. Yapılmaması gerekirdi. Sonra, hayli eşitsiz koşullarda yapılmıştır. Taraflar denk propaganda koşullarına sahip olmadığı gibi, ‘hayır’ diyenlere çoğu yerde fiziki saldırılarda bulunulmuştur. Ayrıca, Meclis’teki üçüncü büyük partinin eş başkanları, milletvekilleri ve binlerce üyesi tutuklu, bir nevi rehin vaziyettedirler. Referanduma bu koşullarda gittik. Sadece bu yüzden bile bu referandum iptal edilebilir, esasen.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, YSK seçim günü skandal sayılacak bir karara imza attı ve mührü olmayan oy pusulalarını geçerli kabul edeceğini ilan etti. Çok doğal olarak, bu karar sahte ‘evet’ oylarının sisteme sokulacağı şüphesini doğurdu. Bu şüphe makul ve meşru bir şüphedir ve referandumun meşru olmadığını söylemek mümkündür. CHP ve HDP de zaten bu yöndeki itirazlarını YSK’ya ilettiler, suç duyurusunda bulundular; CHP lideri de referandum sonuçlarını tanımayacaklarını ilan etti. Ayrıca Türkiye’nin birçok yerinde insanlar oylarına sahip çıkmak üzere sokağa çıkmış vaziyetteler.
Tüm bunlara ilave olarak, bütün bu usulsüzlükler yaşanmasaydı bile karşımızda başka bir tartışmalı tablo var. Diyelim ki referandum sonuçları normal; bu durumda bile karşımıza ciddi bir sorun çıkıyor. Türkiye’deki rejimi böylesine köklü biçimde değiştiren bir teklifin yüzde 51,4 gibi bir oy oranıyla kabul edilmesi makul bir durum mudur? Basit bir anayasa değişikliğinden bahsetmiyoruz. Başta da söylediğim gibi, rejim değişiyor, her tür yetki tek bir kişiye bağlanıyor. Parlamento bir anlamda lağvediliyor ve tüm bu usulsüzlük tartışmaları bir yana, toplumun yüzde 49’u buna karşı. Böyle bir tablo karşısında bu değişiklik için ısrar etmek anlamlı mıdır?
Cevabım belli: Değildir. Denecektir ki, yüzde kaçla değişmesi lazımdı, illa yüzde 70-75 mi aramak lazım? Bunun kararını kim verecek? Şunu söyleyebilirim sadece: Mevcut oran yeterli değildir, toplumun yarısı buna karşıdır ve bunun kararını toplumu rasyonel bir şekilde yönetmesi gereken insanların vermesi gerekir.
Rasyonelden kasıt şudur: Ülkeyi kutuplaşma yaratmadan, toplumu birbirine düşürmeden, toplumun bir yarısını diğer yarısının yaşamasına tahammül ettiği ikinci sınıf insan haline düşürmeden yönetmek zorundasınız. Seçim kazanmak, toplumu sürekli kutuplaştırarak, gerilim yaratarak, insanların yarısını diğer yarısı için düşman haline getirerek yönetmeye hak kazanmak demek değildir. Bu, literatürde genellikle totalitarizm olarak adlandırılır.
Velhasıl, yapılması gereken bellidir. Bu anayasa değişikliği teklifi geri çekilmeli, çok isteniyorsa tadil edilip yeniden parlamentoya sunulmalıdır. Çok açıktır ki Türkiye toplumu (hatta buna bir kısım AKP’lileri bile ekleyebiliriz) bu anayasa değişikliğine ikna olmamıştır. Evet, farkındayım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın –“1-0 da olsa, 5-0 da olsa maç kazanılmıştır” şeklindeki– açıklaması, AKP cephesinin meseleye nasıl baktığını özetler nitelikte. Karşılarında mağlup edilmesi gereken birileri, bir düşman cephe var diye bakıyorlar ama toplum, en azından toplumun yarısı, meseleye hiç de böyle bakmıyor. İnsanların aynı ülkede birlikte yaşayacağı bir iklim yaratmanız gerekiyor. Sürekli düşmanlık üreterek Erdoğan’a güç kazandırmak gibi bir projeye destek vermek şeklinde bir mükellefiyeti yok bu ülkenin.
Bunlar işin bir yönü. Bu dediklerimle de bağlantısı olan diğer yönüne gelecek olursak... Referandum akşamı sonuçları izlerken televizyonlara yansıyan bir harita vardı ki, gözden kaçırmak mümkün değildi. Herhalde aşağı yukarı 10 yıldır, seçim geceleri televizyonlara yansıyan haritalara bakarız, ve bilhassa son yıllarda şöyle bir tablo görürüz: Ege ve Akdeniz kıyıları ile biraz içerisi ve Trakya belli bir renk, Ankara ve İstanbul dahil Türkiye’nin hayli genişçe bir orta bölümü belli bir renk, Fırat’ın doğusu ise başka bir renk. Kemikleşmeye başlayan bu harita, Türkiye’nin siyasal ve sosyolojik tercihlerinin artık değişmeyeceği gibi bir manzara sunuyordu bize. 16 Nisan akşamı ilk kez bu haritada, nasıl diyelim, ‘gedikler’ açıldı. Ankara ve İstanbul rengini değiştirdi, başka birkaç kritik ille birlikte. Yani AKP ilk kez buralarda kazanamadı. Artık önümüzde yeni bir harita var. Ve kim bilir, YSK bu işe karışmasaydı bu haritada başka gedikler de açılabilirdi belki.
Her ne kadar tartışmalı olsa da, bu harita bize yeni bir şey söylüyor artık: Erdoğan’ın hegemonyasının eskisi gibi olmadığını, AKP’nin düşmanlık üzerine dayanan siyasetinin miadını doldurduğunu, ekonomide dış politikada atılan adımların artık toplumu germeye başladığını. Hatta belki de doğayı, doğal yaşam alanlarını, kent hafızalarını talan etmeye dayalı kentleşme-inşaat politikalarının artık tepki yarattığını.
Harita artık değişiyor ve Türkiye’ye bir şeyler söylüyor. Ve bunun üzerine bütün siyasi aktörlerin düşünmesi gerekiyor.