Olan şu: Koca bir toplumun iradesi ne zaman yazıldığı bile şüpheli bir kağıtla ipotek altına alınmış durumda. Ve bu duruma istisnalar dışında ses çıkaran pek yok. Bu elbette biraz umutsuzluk yaratıyor gibi olsa da er ya da geç bu katar menzile varır diyoruz.
“Bir şeyler olacak herhalde” beklentisiyle geçen tuhaf bir haftanın ardından gecenin bir vakti ne yazsam diye bilgisayarın karşısına oturmuş bulunuyorum. Evet başlıca mevzumuz elbette patrik seçimi. Düşündüm ki nihayet bir patrik kaymakamı yani değabah seçilmiş, diğer seçilmiş kurumlarımız buna dört elle sarılır. Nerede? Kurumlarımız sessiz, çıt yok. Yine ne varsa toplumda var sanki. Değabah Bekçiyan’ın geçtiğimiz pazar günü Feriköy Kilisesi’nde katıldığı badarak’a yoğun bir katılım olmuş. İyi bir şey. Onun dışında bütün kritik aktörler “Bekle gör” pozisyonunda. Valilik müdahalesi neredeyse içselleştirilmiş. Bekçiyan Almanya’dan Ateşyan’ı Eçmiadzin’de varılan mutabakata uymaya davet ediyor. Haksız değil. Ne dendi Eçmiadzin’de? “Değabah seçimiyle birlikte patrik genel vekilliği sona erer.” Eçmiadzin’e de gerek yok aslında. Toplumun talebi bu. Yıllardır bu. Gel gör ki Ateşyan gazetemize yaptığı açıklamada dengelerden ve şartların hala olgunlaşmadığından söz ediyor. O dengeler ve olgunlaşmayan şartlar nedir acaba?
Kurumlarımız da bu durumu içselleştirmiş, dediğim gibi. “Devlet ne der?” “Acaba bu iş yukarılara mı gidiyor?” “Öyleyse ne yapalım, beklemek en iyisi..” gibi sözleri duyar gibiyim. Şunu savunanlar da az değil: “Erdoğan referandum sonrası ele alacağım dememiş miydi? Acaba hızlı mı hareket ettik?”
Olan şu: Koca bir toplumun iradesi ne zaman yazıldığı bile şüpheli bir kağıtla ipotek altına alınmış durumda. Ve bu duruma istisnalar dışında ses çıkaran pek yok. Bu elbette biraz umutsuzluk yaratıyor gibi olsa da er ya da geç bu katar menzile varır diyoruz. Şunu elbette akıldan çıkarmamak lazım. Bu tür meselelerde sürecin önünü tıkayanlar, hayli sistematik ve ısrarlı biçimde çalışıyorlar. Hiç yılgınlığa kapılmıyorlar, olup bitenden sıkılmıyor, bunalmıyorlar. Dolayısıyla sürecin önünü açanların da aynı, hatta daha fazla dirayete sahip olmaları gerekiyor. Çünkü ilk grupta saydıklarım güçlerini kendi “sistemli çalışma”larından alıyorlar. Öbür tarafta da sistematik ve ısrarlı çalışma şart. Sıkılmamalı, bunalmamalıyız.
Daldan dala atlamış gibi olacağım ama bunları yazarken insanın aklına ister istemez devlet toplum ilişkisi geliyor. Bu topraklardaki. Hep bu mücadeleyle geçmedi mi tarihimiz aslında. Uzağa gitmeye gerek yok. Buyurun mesela referandum meselesi. Aylardır sistematik bir “Evet” propagandasına maruz kalıyoruz. Hangi kanalı açsan aynı insanlar. Anayasa değişikliğini, içeriği sağlam biçimde eleştirenler haber kanallarında kendilerine pek yer bulamıyor. Hal böyle olunca aslında kimse oturup bu kanalları izlemiyor. Zira bu kanallara ”hayır” desin diye çağrılanlar da ona göre seçiliyor, (kimi kıymetli uzmanları tenzih ederim) tablo böyle olunca da programlar sanki “Evet” diyenler uzun uzun konuşsun diye hazırlanmış mizansenlere dönüşüyor. Bu durumda insan niye oturup bu programları izlesin ki?
Ama bu durum “Hayır” diyenlerin şevkini kırmıyor elbette. Sokaklarda, salonlarda o ses kendine bir şekilde yer buluyor. İnternete her gün –mesela- tuğlalarla “Hayır” yazan emekçilerin resimleri düşüyor. Ya da kendi vücutlarını harf haline getiren 5 kişinin biraraya gelip neşeyle “Hayır” yazdıkları fotoğraflar. Bir yandan da memleketin her bir tarafında “Hayır” propagandasına yapanlara yönelik saldırılar, gözaltılar. Ama kimse yılmıyor işte. Ve öyle görünüyor ki bu kadar eşitsiz koşullara rağmen “Evet”çiler hala sonuçlardan emin değil.
Bunları düşünürken Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarından fotoğraflar düşüyor gazetelere, sitelere. Yaşanan bu ağır döneme rağmen, hapse tıkılan onca siyasetçiye rağmen halk alana koşmuş. Ama propaganda makinesi durmuyor. Hükümet’e yakın gazetelerin internet sitelerinde şöyle haberler dolanıyor 21 Mart günü. “Newroz alanına kimse gitmedi..” On dakika sonra yalan olduğu ortaya çıkacak haberlerden medet umuyor iktidar medyası. Neyse burayı geçiyor ve bunca zorlu koşullara rağmen alana koşan binlerce insana bir selam göndermek istiyorum.
Ama o da boğazımda bir yumru gibi kalıyor sonra. Çünkü bir genci vuruyor polis, alana girerken. Yapılan ilk açıklamaya bakılırsa canlı bomba olduğundan şüphelenilmiş. Sonra, gazetecilerin çabasıyla ortaya çıkıyor ki pek de öyle bir durum yok. Gencin üstü çıplak zaten, canlı bomba olabilmesi akıl dışı. İsmini öğreniyoruz sonra. Kemal Kurkut. İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü öğrencisi imiş. Görüntülerden öyle anlaşıyor ki Kemal Kurkut pekala canlı olarak da kontrol edilebilirmiş, bu yönde şüpheler olsa bile.
Çarşambadan çarşambaya süren gazete haftamız böyle sonuçlandı şimdilik. Yani dirayetli olmak lazım filan diyorum ama çok bir şey yazasım da yok, bakmayın. Hele ki her Allahın günü Ankara’dan Batı’ya “Naziler” suçlaması yöneldiğini gördükçe. Nazilik ne, Avrupa bu işten ne çekti, bununla nasıl yüzleşildi, bir daha böyle bir şey yaşanmaması için nasıl çalışmalar yapıldı? Bunlardan bihaber bir ülke halindeyiz bir yandan da. Kendi karanlık geçmişini her gün kutsayan, ama buna hiç aldırmayıp her yere bulaşan bir ülke. Çünkü düşmansız yapamıyor. Bize da tüm bu yaşananların ağırlığı kalıyor.
Geçecek. Bugünler de geçecek.