YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Hasbihal

Böyle dönemeçler var işte. Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı, Hrant Dink’in katledilişinin onuncu yıldönümü... Bunlar esasında bir önceki yıl ya da bir sonraki yıldan çok farklı özellikler taşımazlar. Sonuçta hisleriniz, acınız, kaybınız, yarattığı boşluk aynıdır. Değişen bir şey yoktur ve olmayacaktır da. Ama bir yandan da, bir muhasebe yapma imkânı sağlar. Ya da bir hesaplaşma. Size o acıyı, kaybı yaşatan koşullarla hesaplaşabildik mi, yüzleşebildik mi, gibisinden. Ve elbette kendinize bakmanızı da. Ben ya da biz, o zaman neredeydik, şimdi neredeyiz? 

Her 19 Ocak öncesinde karmaşık hislerle dolu oldum hep. Bir yandan, devletin bu cinayetle yüzleşmemek için ya da bu cinayeti günlük siyasi hesapları için bir manivela olarak kullanmasının yarattığı, öfke. Bir yandan o cinayeti yaratan toplumsal koşulların iyiye doğru değişip değişmediğini anlamanın, süzmenin ve gelecek için bir perspektif oluşturmanın mümkün olup olmadığını kavrayabilme çabası. Bu çabanın sonucunda vardığım yer de kâh değişti, kâh değişmedi. Karamsarlığa çok prim tanımak istemezsiniz ama ülkenin haline baktığınızda çok da iyimser olamazsınız. Hele ki benzer koşullarda olduğunuzu fark ettiğinizde...

Nihayetinde bu toplumun bir kısmının ve devletin böylesine kötücül olmasında, onu yönetenlerin, ona yön verenlerin çabası hep olmuştur. Ve özellikle içinde bulunduğumuz son iki yıl... Yine böyle bir çabanın dizginsiz bir şekilde kendine zemin bulduğu, yine elbette muktedirler tarafından buna zemin yaratıldığı bir dönemdeyiz. Yani devlet, bu bizim devlet, öyle bir yapıdır ki, canı isterse pekâlâ her şey normale dönebilir, ama canı isterse bütün toplumu bir ateş çemberinin içinde de yaşatabilir. Yine öyle bir dönemdeyiz işte. Peki, bu ‘can’ dediğimiz nasıl bir candır, niye bir zaman öyle ister, bir zaman böyle? Bu, iktidarın yapısı ve devraldığı gelenekle ilgili bir durum, sonuçta. Osmanlı’dan ya da 1915 ve öncesinden devralınan bu gelenekle hiç hesaplaşılmadı. Biraz hesaplaşılır gibi olunduğunda hemen frene basıldı. Dolayısıyla, yine iktidarın canı öyle istediği için, işin içine yine memleketin hayrına görünmeyen siyasi hesaplar girdiği için, sadece Ermenilerin değil, ülkenin önemli bir kısmının büyük bir tedirginlik yaşadığı bir atmosferdeyiz. Bu anlamda, Hrant Dink’in katledilmesinden, onun hedef haline getirilmesinden bu devlet pek de ders çıkarmış gibi görünmüyor. Zaten öyle bir derdi de yokmuş, bunu anlıyoruz.

Bir yandan da, mesela Hrant’ın hayatını ve kişiliğini düşünürüz elbet. Bu yıldönümlerinde sadece adalet haykırışını, devleti ve onun yaratılmasına ciddi katkıda bulunduğu o karanlık atmosferi düşünmek istemeyiz. Hrant’ı da düşünmek isteriz. Ne yaptı, bizlere, sizlere nasıl dokundu?

İlk diyeceğim şudur: Heybesinde, sırtında öyle bir yük vardı ki, hepsini paylaşmak, dağıtmak istiyordu. Bizzat kendi yaşamıyla da tanık olduğu, bu topraklardaki Ermenilerin başına gelenler, bunun yanısıra bu toprakların tarihinden Ermenilerin varlığının da silinmek, kazınmak istenmesi, yani oradaki süreklilik. Ama sadece bu kadar değil. Türkiye ile Ermenistan arasında yeni bir diyalog kurulabilmesi, az evvel bahsettiğim o trajediyi ‘büyük toplum’un idrak edebilmesi, Ermeni toplumundaki ataletin son bulması, yine Ermeni toplumundaki kireçlenmeler ve iktidarlaşmalarla mücadele, hesaplaşma ve elbette Diaspora’yla temas kurma, Türkiye Ermenilerini ve bu topraklarda var olan iyiliği Diaspora’ya anlatabilme, gerekirse münakaşaya girme. Ve bir gazeteyi çıkarmak için gösterdiği olağanüstü çaba ve direnç.

Bunların hepsini aynı anda yapma azmiyle yola çıktı Hrant ve aslında yaptı da. Ama bir şey daha var; o bunları öyle bir dil, öyle bir dokunuşla yapıyordu ki, her dokunduğunda, her konuştuğunda bambaşka bir iz, bambaşka, unutulmaz bir temas bırakıyordu.

Bugün Hrant deyince insanların kalbinin titremesi bundandır işte. Biz, arkadaşları, dostları elbette onun bu mirasını sürdürmeye gayret ederiz ve Hrant’ın fikirleriyle de olsa yaşadığını ilan ederiz. Öyledir çünkü.

Ama şu da var: O kötülük, onu aldı. Ne yaptığını maalesef gayet iyi biliyordu. 1915’te önce bu toplumun entelektüellerine, aydınlarına yönelip ilk olarak Ermenileri köksüz bırakmaya çalışmıştı; 92 yıl sonra da benzer bir şey yaptı.

Velhasıl, Hrant Ahparig, yolundan gidiyoruz demek ancak bir temenni olur. Her günümüz, bu kadar işi bir arada yapmaya nasıl vakit ve enerji bulduğuna şaşırmakla ve seni özlemekle geçiyor.

Sen çünkü, sadece bunları yapmakla kalmadın. Kendi kabuğunda yaşayagelmiş, kendi halindeki Ermenileri de bu toprakların hakikatiyle tanıştırdın. Hem iyi hakikatiyle, hem de kötü hakikatiyle.

Peki, “Su çatlağını buldu mu dayıoğlu?” diye soracak olursan; daha değil.