Tûba Çandar: Onuncu yıl

TUBA ÇANDAR

Her yıl böyle olur. Yeni yıl patırtısı ve gürültüsünden sonra ocak ayı fena dayatır kendini bazılarımıza. Önce bir keyifsizlik baş gösterir... Ardından isteksizlik... 19 Ocak yaklaştıkça da giderek artan bir ağırlık...

Ansızın Hrant çıkagelir. Hayattayken olduğu gibi paldır küldür. Yoktur öyle kendini bırakmak. İsteseniz de o sizi bırakmaz. Sonuçta topu topu beş-on kişiyle on yıl boyu her hafta gazete çıkarmış adamdır o. En çok kendisi çalışsa da, adam çalıştırmayı sever. Talepkârdır da... Yazışmalar, telefonlar derken bir telaştır gider.

Televizyona çıkmış, kendi Hrant’ınızı anlatmaya başlamışsınızdır bile.

Benim Hrant’ım tanıştığımız ilk gün bana elleriyle balık yediren adamdı, babam gibi… Aynı adam koca gövdesiyle hiç uyuşmayan kuzu gözleriyle baktığında, hele de torun sevgisinden söz ettiğinde, başının okşanmasını bekleyen uysal kardeş gibi olurdu. Güçlü kollarıyla sarılıp kucakladığında da, dünyaya yetecek bollukta bir sevecenliği bir anda üstüme boca eden ağabeye dönüşürdü. Bana bütün bu yoğun duyguları yaşatan adamın, hayattaki en yakın dostlarından biri de değildim üstelik. Ama işte öyleydi o, herkese yetecek ışığı ve sıcaklığı vardı. Kendisine bahşedilmiş bu olağanüstü insani özellikleri de inanılmaz bir doğallık içinde sunardı...

Ya da sizinle yapılan bir söyleşide, yüzlerce kişiyle defalarca yaptığınız söyleşileri birbirine akıtarak yazdığınız kitabınızı anlatıyorsunuzdur...

Hayat hikâyesini yazmaya karar verdiğimde, Hrant’ın kaybı daha çok yeniydi, acısı ve utancı içimi yakıyordu. Bir klasik biyografi olmayacaktı bu. Bir “Tanrı anlatıcı” olarak kendimi onun hayatı üzerinde konumlayamaz, ya da o hayatı birinci elden tanıklık etmişçesine kaleme alamazdım. Bir “had bilme” durumuydu bu. 

Kendi sesimi yok ederek başta ailesi, hayatının her döneminin en yakın tanıklarının seslerinden, kronolojik olarak kurgulayacaktım kitabı.

Bu sesler, yetimhaneden çocuk kampına, yatılı lise yıllarından sol mücadeleye, 12 Eylül’ün askeri hapishanelerinden imece usulü kotarılan ekmek kavgasına, ‘Fırat’ adıyla tanındığı düzensiz üniversite yıllarından, askerdeki sakıncalılar bölüğüne ve Agos’un kuruluşundan, o kaldırıma düşmeden önceki son yazı işleri toplantısına kadar, Hrant’ın birinci elden kader arkadaşlarıydı.

Sonraki aşamada, kitabıma Hrant’ın özgün sesini de katmaya karar verdim. Agos’un arşivinde, Hrant’ın binlerce yazısının arasından otobiyografik olanları ayıkladım. Kendi sesiyle kendi kitabına girmesiyle birlikte, bambaşka bir anlatım çıktı ortaya. Birinci kitap ‘Khent Hrant’, sadece Hrant’ın değil, Anadolu Ermenilerinin de bir destanı oldu, ikinci kitap ‘Baron Hrant’ ise sonunu daha başından bildiğimiz çağdaş bir tragedya… 

Hrant’ın katlinin dokuzuncu yılında, kitabınız Maureen Freely çevirisiyle, ‘Hrant Dink: An Armenian Voice of the Voiceless in Turkey’ (Hrant Dink: Türkiye’deki Sessizlerin Ermeni Sesi) başlığıyla ABD’de yayımlandığında, bu defa Harvard Üniversitesi’nde konuşuyorsunuzdur:

Bütün hayatı boyunca ve vurulduğu o kaldırımda yatarken de Hrant aslında bize sadece bir şey anlattı: 1915 Ermeni Soykırımı. 

Bunun adını ne koyduğumuzun, -tehcir ya da katliam, ya da kendi aile büyüklerinin diliyle ‘kesim’, ya da Başkan Obama’nın dediği gibi Medz Yeğern (Büyük Felaket)- Hrant için çok da önemi yoktu. Kuşkusuz ‘soykırım’ dememizi çok isterdi; ama onun için asıl önemli olan, atalarının, Anadolu’nun kadim halklarından Ermenilerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında köklerinden sökülerek ölüme gönderilmiş olmalarıydı. Dahası, Anadolu’daki kilise ve okulların kapatılarak ve İstanbul’daki Ermeni vakıflarının mallarına el konularak Ermenilerin ekonomik varlıklarından ve kültürel kimliklerinden de yoksun bırakılmaları sonucunu doğuran ayrımcı devlet politikaları yoluyla bu uygulamaların Cumhuriyet Türkiyesi döneminde de devam ettirilmesiydi. Hrant, bu trajik hakikatin bilinmesini istiyordu. Ve sadece ve sadece bunu anlattı… 

Ben de her 19 Ocak’ta bunları anlatıyorum işte. Bir yerlerde birilerine... Sadece İstanbul’da da değil, Berlin’de, Köln’de, Como’da, Edinburgh’da, Boston’da... Anlatmakla kalmıyorum tabii ki, soruları da cevaplıyorum:

Evet, Hrant’ın hayatında İsevi bir yan bulanlar da var. Kitap yazılırken, kendiliğinden ortaya çıkan bir şey oldu bu. Hrant’ın yoksulluk ve yoksunluk içinde geçen çocukluğundan başlayarak zor bir hayatı olmuş. Kendi özelinde büyük acılar yaşamış bir adam. Aynı zamanda da atalarının travmasını da omuzlamış, onu da yüklenmiş. Ama bir yandan da şifacı gibi... Kavminin suskunluğa mahkûm edilmiş hikâyesinin Türk insanından da esirgendiğini biliyor, incitmeden anlatarak yüreklerine dokunduğu insanları değiştiriyor. İçlerindeki o iyi yanı, o güzel yanı bulup çıkararak onları dönüştürüyor. Bu yüzden bu kadar etkileyici. Bu yüzden fazla geliyor Türkiye’ye. Aşağılanıyor, ‘Türk düşmanı’ olarak yaftalanıyor, adeta kendi çarmıhını taşımaya zorlanıyor. Ve hepimizin gözü önünde öldürülüyor. Ama sonrasında da vicdanlara seslenmeye ve bizleri dönüştürmeye devam ediyor...

Devlet içindeki kirli odakların birbirleri üzerine yıkmaya çalıştıkları, bitmez tükenmez cinayet davası da soruluyor tabii ki... Cevabı kısa kesiyor, yıllardır mahkeme önlerinde toplanarak cinayetin ardındaki gerçek örgütlenmenin ortaya çıkarılması için çırpınan, 19 Ocak yürüyüşleri ve anma toplantıları düzenleyerek onu diri tutan ‘Hrant’ın Arkadaşları’nı anlatıyorum onlara. Hrant’ın adından nemalananları değil de, Hrant’ın gerçek arkadaşlarını... Agos’u... Hrant Dink Vakfı’nı... Hrant’ın mirasını anlatıyorum.  

Bu yıl da geldi çattı 19 Ocak işte. Bu defa da Stockholm’de yakaladı beni. Bu yazıyı yazdıktan sonra, bir yerel televizyon kanalına çıkıp anlatacağım Hrant’ı. Süryaniler’e anlatacağım hem de. Kendileri de Seyfo’ya maruz bırakılmış, 1915’ın diğer kılıç artıkları Süryaniler’e...

Oysa bu yıl çok yorgunum. Bu yıl kayıp duygusu çok fazla... Kentler yerle bir edilirken, ortak tarihimiz de yok oluyor. Kurum ve kurallar çiğnenip yıkılırken, bastığımız zemin biraz daha çöküyor. Canlar ölüp gidiyor. Yaslarını tutmaya zaman yok.

Çağrışımlar da çok yüklü bu yıl... Meclis’te linçe maruz bırakılan Garo Paylan Krikor Zohrab’ı anımsatıyor. Hrant’ın mirası ise Sisifos Efsanesi’ni...Yeraltı Dünyası’nda o kayayı dağın en yüksek noktasına yuvarlamaya sonsuza kadar mahkûm edilen kişi, kral Sisifos değil de Hrant’mış sanki, diye düşünürdük ya zaman zaman? Hepimiziz belki de... ‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz’ o uğursuz 2007’den beri hiç bu kadar ağır gelmemişti. Tekrar tekrar o sıfır noktasına dönmek, aynı travmayı tekrar tekrar yaşamak... Onuncu yılın laneti mi bu? Yoksa ilahi adalet mi?