Nereye bakacağımızı şaşırdık desem? Tam şu yazıyı yazmaya oturduğumda, ABD Doları 3,90’ı görmüştü. 4 deyin siz ona. Neden yükseldiği konusunda hükümet kanadından doyurucu bir açıklama beklemeyin hiç, bulamazsınız. Doğrusu, benim de verecek özel bir yanıtım yok. Ama belli ki Türkiye ekonomisi artık Batı dünyasının gözde ekonomileri arasında değil, 2010’lara damga vuran “sıçrama yapan Türkiye” lafları bitti. Türkiye ekonomisinin bu taşıma suyla dönen yapısıyla sürmesinin mümkün olmadığı zaten belliydi. Buna siyasi hayat ve yapı açısından ‘öngörülemezlik’, Merkez Bankası’nın artık lafta bile bağımsızlığının kalmaması, ekonomi yönetimine en basit piyasa kurallarını bile umursamayan kadroların gelmesi de eklenebilir belki. Şunu söylemek yanlış olmaz sanırım: Eğer global bir ekonomi sistemi içindeyseniz ve tüm yapınızı buna göre kurmuşsanız, “Ben böyle istiyorum, böyle olacak” politikası belki ülke içinde devlet baskısıyla, siyasetçileri hapse atarak, gazetecileri susturarak, televizyonları kapatarak, akademisyenleri üniversitelerden kapı dışarı ederek, ülkenin başkentinde tüm gösterileri yasaklayarak, kendi partinizin milletvekillerine bile şantaj yaparak uygulanır, ama ekonomide böyle olmuyor işte. Patlıyor bir yerden. Bu ‘öngörülemezlik’ ve baskı politikası sürdükçe, bu alanda olumlu bir gelişme olması biraz zor. “Rusya gibi biz de bu sisteme sırtımızı döneriz” diyebilirsiniz tabii, ama Rusya’nın doğalgazı ve petrolü var. Sizde, daha doğrusu bizde o da yok.
‘Öngörülemezlik’ diyorduk; Türkiye artık dünyada, en kibar tabirle, bu ligde. Ve artık siyaset kurumu kendi kendini bile inkâr eder durumda. Yıllardır, nereden icap ettiği bir türlü anlaşılamayan başkanlık sistemiyle yatıp kalkmaktaydık. MHP’nin hayat öpücüğüyle bu sistem artık TBMM’ye geldi. Ama ne geliş... Oylamalarda tanık olduğumuz görüntüler, konuşmalar “Bunlar gerçekten de bizim ülkemizde mi oluyor?” dedirtiyor. Gizli yapılması gereken Anayasa değişikliği oylamasında bir kabine üç AKP’li birden giriyor, oy atan vekillerin ne olur ne olmaz diye fotoğrafları çekiliyor, vekilin biri, attığı oyu, belli ki parti komiserlerine bayrak gibi gösteriyor. Başbakan kürsüde yaptığı konuşmada, başbakanlık kurumunun artık gerekmediğini ilan ediyor. Bu sonuncusu iyice acayip. Aynı gemide iki kaptan olmazmış, gemi batarmış. O yüzden, deniyor, bütün yetkileri Cumhurbaşkanı’na bağlamak lazım. Neden peki, ne oluyor da Erdoğan, kendisiyle uyumlu olmaktan başka bir seçeneği bulunmayan başbakanla dahi geçinemiyor, ona bile katlanamıyor? Bilemiyoruz. Bir ‘tek adam’ rejiminin bütün taşlarının, memleketi nefessiz bırakarak örüldüğünü biliyoruz sadece.
Benim takıldığım mesele şu: Çıtayı öyle bir yere koydular ki, AKP içindeki uyumu tartışıyoruz mesela. Oysa demokrasi dediğimiz şey bırakın aynı partiyi, farklı farklı güçlerin, partilerin uyumu ve uzlaşmasıyla yürüyecek bir sistem. Güçler ayrılığı bunun için icat edildiği gibi, farklı partiler de bunun için var. Bunları yazarken kendimi bir tuhaf hissediyorum, yani demokrasi ve güçler ayrılığı mantığının abecesini konuşuyoruz burada, yıl olmuş 2017.
Görünen, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi artık AKP’ye bile güvenmiyor. Yani bırakın güçler ayrılığını ve uzlaşma kültürünü, bir partinin, bir kliğin kendi içinde didişmesinin sonuçları bunlar.
Tüm bu hayhuy içinde bir mesele daha var ki, bunu sadece HDP milletvekili Meral Danış Beştaş gündeme getirdi, TBMM’deki konuşmasında. HDP eş başkanları ve vekillerinin hapse atılmasından bahsetti ve AKP’nin tam da siyasi rakipleri hapisteyken böyle bir teklifi TBMM’ye getirmesini hiç de “mertçe” bulmadığını söyledi. Bunun üzerinden biraz durmak gerekiyor. HDP eş başkanları ve diğer vekiller, görünürde, ifade vermeye gitmedikleri için tutuklanmış durumdalar. Görünürde. (Tut ki öyle olsun; al o zaman ifadesini, bırak.) Ancak herhalde siyasi dengeleri izleyen herkes biliyor ki, AKP aslında 2015 yılından beri en önemli rakibini (siyasal Kürt hareketini) bir şekilde devre dışı bırakma hesapları yapıyordu. Önce –CHP’nin de destek verdiği– dokunulmazlıkların kaldırılması hamlesiyle asıl hamlenin altyapısı hazırlandı, sonra da tutuklama hamlesi geldi. Kürt meselesindeki yansımalarına girmeden sadece buraya bile bakarak söyleyeceğimiz şey şu: Belli ki Erdoğan, Selahattin Demirtaş ortalıkta yokken bu hamleyi yapmayı kafasına koymuş. “Kürt anasını görmesin”ci herkes de bu hamleye zemin hazırlamış.
Bu fasıldan bir başka garabet. Bu kadar kritik bir teklifle ilgili görüşmeler, TRT’nin TBMM TV’sinden yayınlanmıyor. Doğru duydunuz, yayınlanmıyor. İnsanlar ancak internete girip izleyebiliyor. Herhalde iktidar, o görüşmelerde kürsüye çıkacak muhalefet partilerinin vekillerinin bile seslerinin duyulmasını istemiyor. O derece güvenmiyor kendi teklifine.
Velhasıl, bir tedirginlik, toplumun önemli bir kesiminin gözeneklerine işlemiş durumda. Ekonomi ne olacak, patlamalar, saldırılar ne olacak, hapisteki bu kadar insana ne olacak, işten atılan, uzaklaştırılan bu kadar devlet memuru, akademisyen neyle, nasıl geçinecek, insan hakları alanında yaşadığımız büyük hak ihlalleri nasıl, ne zaman telafi edilecek, ya da edilecek mi, hayatımıza her gün daha fazla damgasını vuran şiddet kültürü, iktidara yakın olanların siyasetten sosyal medyaya, basından günlük hayata kadar kurduğu tahakküm daha ne kadar derinleşecek?
Bu sorulara yanıt bulmak öyle zor ki bugünlerde.