Gerek aldığı ödüllerle, gerek bu ödülleri izleyici nezdinde hak edişiyle geçen sezonun en çok ses getiren oyunlarından biriydi ‘Antabus’. Seray Şahiner’in aynı adlı romanından uyarlanan oyun, geçen yıl Tatbikat Sahnesi’nde sahnelenmeye başlamıştı; bu yıl Semaver Kumpanya ile yoluna devam ediyor.
‘Antabus’, bir kitap bir oyuna ne kadar iyi uyarlanabilirse, o kadar iyi uyarlanmış. Sahne, Leyla Taşçı’yı canlandıran Nihal Yalçın’ın merdivenlerden aşağı doğru yürüyerek izleyiciye sitemkâr bir şekilde seslenmesiyle açılıyor. Oyun başlar başlamaz, siteminde sonuna kadar haklı olan bir kadın hakkında, bireysel vicdandan toplumsal vicdana yol alan bir noktayı kıpırdatıyor. Oyunda tüm izleyicilere bir anda çok gerçekçi bir rol veriliyor; hepimiz, komşusu karısını döverken ‘aile içi meselelere karışılmaz’cı oluveriyoruz. İzleyici, haklı bir serzenişte bulunan bir kadının hikâyesini, onun bütün söyleyeceklerine aç ve bütün söylediklerinin doğru olduğunu adı gibi bilir bir şekilde dinliyor. Oyun boyunca birçok yerde gülüyor ama biliyor ki bu kahkahaları ne kendi ayıbını bastırıyor, ne de Leyla’nın hikâyesinin dramını yumuşatıyor. Bu kaskatı drama güldükçe utanıyor, utandıkça ağlıyor, ağladıkça oyunun tek oyuncusu olan Nihal Yalçın’a hayran oluyorsunuz. Yalçın ise izleyiciyi yakaladığı yeri bir daha kaybetmemek için sımsıkı tutuyor ve oyun boyunca bırakmıyor. Öyle sıkı tutuyor ki, izleyicinin içinde oyundan sonra günlerce ağrıyan bir yerler bırakıyor. Temel ahlaksızlığın üstün ahlak olarak yutturulduğu, şiddet sarmalının aile içi / toplumsal gelenek olarak lanse edildiği, hukukun tüm bu rezilliklere uyarlandığı ‘distopya’yı dosdoğru alıyor, açıyor ve yüzümüze fırlatıyor.
Şahiner’in bu muhteşem metnini, yönetmen İlham Yazar sahneye öyle güzel oturtmuş ki, ne söylenenlerin geri planda kalmasına, ne de büyük ajitasyonlar yaratarak anlattığı meselenin abartılmasına izin veriyor. Kadına karşı şiddete ve kadın cinayetlerine ilişkin cezai yaptırımların düzenlenmesinden hemen sonra, toplumda ‘Antabus’u izlemeyen tek bir kişinin kalmaması sağlanmalı; toplumsal sağlığa büyük katkısı olur. Bir ilaç preparatının adı olan ‘Antabus’, toplumun en önemli yarasına ilaç olabilir...
Rum Kız Lisesi odalarındaki performanslar
Galata Perform’un düzenlediği 5. Yeni Metin Yeni Tiyatro festivali kapsamında ilk gösterimini yapan ‘Balat Monologlar Müzesi’, ‘sahnelenmeye’ devam ediyor. Beş monolog ve iki kısa oyundan oluşan bu performanslar bütününün direktörlüğünü Ahmet Sami Özbudak üstlenmiş. Genç oyun yazarlarının “Balat ve Fener’de gerçek hikâyelere ulaşmak için” hazırladığı oyunlar, Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nin odalarında, bir müzeyi gezermişçesine izleniyor. Oyunun girişinde her seyirciye bir numara veriliyor; o odadan başlamak kaydıyla, sonraki aşamalarda serbestçe dolaşabiliyor, istediği odaya geçip istediği hikâyeye dahil olabiliyor izleyici. 15 dakikalık performanslar toplam dört kez tekrarlandığı için, bir seferde en fazla dört oyun tam zamanlı izlenebiliyor. Her halükârda ikinci kez izlemeyi kafaya koyduran bir oyun bu.
Oyunda turlar eşzamanlı olarak başlatılmaya çalışılsa da, birtakım aksaklıklar yaşanabiliyor. Örneğin birinci oyundan çıktığımda, ikinci tura girmek istediğim oyun başlamıştı. Bu da, bir şeyleri kaçırmış olma hissi ve konsantrasyon sıkıntısı doğurabiliyor. İzlediğim ilk monolog ‘Balat’ın Sırrı’, çok etkileyici bir Balat hikâyesiydi. Volkan Çıkıntıoğlu’nun yazdığı metni Erol Babaoğlu öylesine iyi sindirmiş ki, 15 dakika canlandırdığı karakteri için Balat’ın tüm karanlık öykülerini dinlemiş, dünya üzerindeki tüm meczupları, ermişleri gözlemlemiş gibiydi. Diyaloğa girdiği izleyicilerin bir an gerçeklik karmaşası yaşayıp korktuklarını gözlerinden, ses tonlarından anlayabiliyorsunuz. Sahnesizlik ve izleyiciyle burun buruna, nefes nefese, küçücük bir odada oynuyor olma halinin de etkisiyle, izleyenler 15 dakika içinde Balat sokaklarını, mahallelisini tanımış, onların hikâyelerine dahil olmuş ve fazlasıyla sarsılmış bir şekilde odadan ayrılıyor. Bir sonraki durak, ‘Small’. Ülkü Oktay’ın yazdığı bu metni Şaziye Konaç yönetmiş. Babaoğlu’nun bıraktığı yerden İpek Türktan Kaynak devralıyor izleyiciyi. Dramı da eğlenceyi de fazlasıyla barındıran, kısa bir aşk sayıklaması bu metin. Sitemleriyle, serzenişleriyle, ‘Gidiyor Gönlümün Efendisi’yle... Oyun devam ederken diğer oyunların gürültüsü patırtısı, patlayan silah sesleri, müzenin salonunun ortasında bas bas bağıran insanlar, inceden şarkı söyleyen kadın, hiçbiri dikkatinizi dağıtamıyor. Diğer oyunların parçaları, aslında izlediğiniz oyunun da parçalarıymış gibi oluyor. Birbirinden ayrı hikâyelerin ilginç uyumuyla izlediğiniz şeye daha çok adapte oluyorsunuz.
Üçüncü durak Serdar Kurt’un yazdığı, Barış Gönenen ve Haydar Köyel’i bir araya getiren ‘Çuval’. Geçmişi ve geleceğiyle yaşamaya çalışan iki kişinin bir izbede denk gelmesini anlatıyor hikâye. Böyle bir konu için çok kısa bir metin ya da kısa bir oyun için uygunsuz bir konu... Son durak ise, Salihcan Sezer’in yazdığı ‘Oğul’. Diğerlerine oranla, izleyiciyi içine alması daha zor, daha dağınık bir tekst... Levent Kurumlu’nun performansında, ‘Balat Monologlar Müzesi’nin geneline damga vuran ‘çarpıcı ve akıl karıştıran gerçekçiliği’ tekrar hissediyorsunuz. Sezonun en özel işlerinden biri olan bu oyun, sezon boyunca devam edecek.