Dilimizde yaygın kullanılan sözlerden biridir “Ne ekersen onu biçersin” özdeyişi. Biraz daha gerçekçi olanı ise “Rüzgâr eken fırtına biçer” şeklinde ifade edilir. İktidar çevrelerinin var güçleriyle kötülük tohumları ektikleri topraktan iyilik fışkırmasını beklemek için salak olmak gerekir.
Salak dememek için saflık diyelim, birçoğumuz yaşanan kâbus gibi günlerin sona ermesi adına “Şu 2016 bir geçse” diye temennide bulunuyorduk Aralık ayı boyunca. 2015’te ekilen kötülük tohumunun hasadından fazlasıyla usanmıştık. Saflık işte, tamamlamaya çalıştığımız yıl boyunca ekilen tohumları hiç aklımıza getirmemiştik bu dilekte bulunurken. Hükümet düşmanlık, şiddet, nefret ve devlet terörü tohumlarını tüm yurda, yetmedi sınırlarımızın da dışına ekmişti oysa.
Sonucunu iki ilginç olayla yaşadık. Hükümete yakın medya, BM nezdinde meşruluğu devam eden Suriye yönetimine karşı altı yıldan beri destekledikleri cihatçı çetelerin Halep’te sıkıştığını görünce, burada bir insanlık dramı yaşandığı yaygarası kopardılar. Gazete ve televizyonlarında günlerce Halebin doğusunda yaşanan trajediden bahsettiler. Oysa başka haber kaynakları aynı günlerde, aynı mahallelerde yaşayan insanların kurtuluş sevincini yansıtmaktaydılar. Bu gözü yaşlı propagandanın bir bileşeni olarak bindirilmiş kıtalar Ankara ve İstanbul’da Rusya federasyonu temsilcilikleri önünde protesto gösterileri düzenledi. Özellikle 15 Temmuz sonrasında AKP teşkilatları 25-30 kişilik grupları harekete geçirerek birkaç yüz kişilik kitleler oluşturma konusunda bir hayli deneyim sahibi olmuşlardı. Bu gruplar marifetiyle saldırıya uğrayan HDP il ve ilçe binalarının sayısını tutmak bile imkânsız hale geldi son zamanlarda.
Gezi olaylarından başlayarak, ardından da Beştepe’de muhtarlarla gerçekleştirilen rutin toplantılarda sürekli olarak telkin edilen vatandaşın durumdan vazife çıkarması olmuştu. Taraftar kitleleri inisiyatif almaya çağıran bu sözlerin yansımalarını palalı saldırgan, gazeteci Nuh Kuşçulu cinayeti, otobüste veya parkta kıyafeti beğenilmeyen kadınlara karşı saldırı gibi örneklerle yaşadık. Bu kez de genç bir özel harekât polisi, Halep’teki mağduriyetlerden sorumlu tuttuğu büyükelçi Andrey Karlov’u kameraların karşısında katletti.
Yılbaşı öncesi iktidar yanlısı medya ve dinci gazeteler yılbaşı kutlamalarına karşı sistematik bir tehdit kampanyası sürdürdüler. Bilinçli bir şekilde Noeli ve yılbaşını birbirine karıştırarak, kutlananın bir Hristiyan geleneği olduğu savını işlediler. Medyanın bu kampanyasına MEB’in farklı şehirlerdeki müdürlükleri de yayınladıkları tamimlerle katıldılar. Okullara gönderilen yazılarda her türlü yeni yıl kutlamalarının iptal edilmesi isteniyordu. Daha vahimi ise Diyanet İşleri Başkanlığının tüm camilerde okunmasını istediği hutbe ile yaşandı. Ötekileştirici bir dilin hâkim olduğu hutbede yeni yıl kutlamaları “gayrimeşru” olarak tanımlanıyor, bunu kutlamaya yeltenenler ateist ilan ediliyordu.
Bu şartlar altında geçtiğimiz Cumartesi gecesi yaşananların beklenmeyen bir şey olduğu söylenebilir mi? Geçen yılların aksine hiçbir belediye özel program hazırlamadı. Geçen yıllarda Nişantaşı’na yapay kar yağdıran Şişli Belediyesi, Ortaköy’de meydan partisi düzenleyen Beşiktaş belediyesi, Taksim meydanında konser düzenleyen Beyoğlu belediyesi 2017-yi sessizce karşılamaya karar vermişlerdi. Öyle olduğu halde şehirde kimi kaynaklara göre 17, kimilerine göre 25 bin polis teyakkuz halindeydiler.
Şaşkınlık yaratan sadece eylem mekânı oldu. Bu da terör denen belanın nasıl baş edilemez bir şey olduğunun kanıtı adeta. Sen istediğin tedbiri al, o en umulmadık yerden saldırmayı başaracaktır. Bu acı gerçek karşısında söylenebilecek en anlamsız sözler ise “son terörist yok edilene kadar” diye başlayan cümlelerle kuruluyor.
Esas mesele terör üretecek tohumları ekmekten kaçınmakta, aksi halde Sasunlular’ın dediği gibi, “Sasun’un en yüksek zirvesine de çıksan başına bir taş düşebilir”