Gazeteci ve edebiyatçı Vivet Kanetti, 1989’da, devrimin yıl dönümünde Küba’daydı. Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun ölümünü ardında,n 28 yıl öncesinden bugüne uzanan notlarını izlenimlerini Agos’la paylaştı.
Gorbaçov Glasnost’unu (1985) başlattığında, bir aciliyet hissiyle, o sırada çalıştığım gazetenin sık değişen her yönetimine, bir Küba Nikaragua projesi önerdim. Nafile çaba… Güneş gazetesi son sahibinin elinde tümden can verdiğinde bir arkadaşım aracı oldu; projeyi Sabah gazetesine kabul ettirdim. Böylece, Berlin Duvarı’nın yıkılışından 11 ay, Romanya’da Çavuşesku’ların kurşuna dizilişinden 12 ay, SSCB’nin dağılma sürecinin başlamasından 24 ay önce, Küba Devriminin 30. yıl kutlamalarına koşan -biraz da bir son nefesi yakalama histerisiyle- uluslararası gazeteciler kervanına katıldım…
Nikaragua’yı da kapsayan ziyaretim bir ay sürdü. Dönüşte yazdığım Nikaragua dizisi art arda 7 gün yayımlandı, Küba dizisi yazıişleri çekmecelerinde takılı kaldı. O ayın belli belirsiz birkaç iznini bir romanıma düşürdüm; hepsi bu… Türkiye’nin ana akım gazetelerinde (Cumhuriyet dahil) Küba’ya uğramış hemen herkes, Glasnost rüzgârının Fidel‘le rejimini de süpüreceğini ileri sürüyordu. Nitekim 25 Aralık 1991’de, Gorbaçov’un kendisini dahi süpürdü. Benim bir aylık çalışma ve gözlemim sonundaki “Fidel eceliyle yatağında ölmeden Küba’da rejim düşmez” iddiamı alan olmadı… Sabah gazetesiyle vedalaştık. Selahattin Duman’ın, birkaç yazısında “bir Vivet kaldı zaten basında, Fidel’in Küba’da dayanacağını sanan” tarzı tatlı sataşmalarını hatırlıyorum.
At yarışları gibi değil; gazetecilikte herhangi bir bahsin nasıl sonlandığını görmek için uzunca beklemek gerekebilir. Mesela 28 yıl filan!
Ettore Scola’nın “Birbirimizi ne çok sevmiştik” filmindeki sinefil karakter Nicola’yı hatırlayın. Tv’de para ödüllü bir yarışmaya katılıp tüm soruları kolayca yanıtlar... “Ya hep ya hiç”lik soruda ise Vittorio de Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminin çekimiyle alakalı bir konuyu kendisi doğru, soruyu hazırlayanlar yanlış bildiği için, çakılıverir… Haklı itirazını kimselere duyuramaz, tv kanalına sürekli davalar açan bir tür saplantılı berduşa döner. 20-25 yıl sonra, gene tv’de tesadüfen işitir, iddiasının doğrulandığını. Üstelik idolü Vittorio Sica’nın ağzından... Ancak artık çok geçtir. Nicola bir şeyleri kazanmayı veya kanıtlamayı beyhude bulduğu noktadadır.
Agos Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni, dostum Yetvart Danzikyan, Fidel’in ölümü ardından attığım birkaç twitte sinefil Nicola’yı andıran bir şeyler bulmuş olmalı, “O günkü notlarını sen bize yazsana” teklifinde bulundu… Aa, öyle mi? 28 yıl sonra mı? Nicola kadar bilgeleşmediğim için, hemen “Olur” dedim.
Hadi o zaman.
- Kristof Kolomb, 1492 yılında Küba’yı keşfettiğinde “İnsan gözü daha önce böyle güzel yer görmedi” demiş. Boyuna 1200 km., enine 200 km.’lik o güzelim timsah-adanın sakinleri, bugün hiçbir izi kalmamış Kızılderili Siboneye, Guanajuatebeye, Tainos kabileleridir. 1700’lerin sonunda şeker üretiminde buharlı makineler kullanılır olur, tarım gelişir, iş gücüne ihtiyaç artar; İspanyollar Afrika’dan gemilerle köle taşımayı hızlandırır. Ve Küba’da kölelik ancak 1868’de kaldırılır... 1 Ocak 1989 akşamı, Havana’dan hep 5 derece sıcak, deprem bölgesi olduğu için 3 katlı evlerin gökdelen sayıldığı, Afro-Küba rumbasının ve devrimin beşiği, Antonio Maceo’nun (bağımsızlık savaşı kahramanı) portresi altında yazdığı gibi “Devrimin manevi başkenti” Santiago de Cuba’nın Cespedes meydanında, Fidel’i coşkuyla alkışlayanların önemli bir bölümü, o Afrikalıların torunlarıdır.
-Pırpırlı uçağın Havana’dan taşıdığı 150 gazeteciden biri Fidel’le ta Sierra Maestra dağlarında söyleşmiş 57 yaşında Kanadalı gazeteci. Bir diğeri, Japon tv kanalı Tokai’nin sahibi, büyük Fidel dostu 80’lik Takaşi Suzuki. Yanında sekreteri, bir kameraman, bir yorumcu, Meksika’dan alıp getirdiği iki Japon çevirmen; en kalabalık ekip onlar. Meksika’da doğup büyümüş 20’lik Kumi, ömründe ilk kez böylesine değişik bir yolculuk yaptığı yetmezmiş gibi Japonyalı Japonlarla kendisi gibi Meksikalı bir Japon arasında keşfettiği farklarla da altüst olup her fırsatta soruyor: “Sence ben daha çok Meksikalı mı sayılırım, Japon mu?” “Tabii ki sen sapına kadar Meksikalısın Kumi” diyorum. Gözlerini sevinçle kırpıştırıp ambalaj kağıdı da yenilir bir şeker uzatıyor. Pirinç unundan ve Japon malı.
-Devrimden sonraki ilk Washigton ziyaretinde Fidel, “Devrimimiz hümanist bir demokratizasyondur” der ve bin gazetecinin önünde ABD’den daha hakkaniyetli bir ticari anlaşma talep eder. Diğer talebi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerine 30 milyar dolar ayırmasıdır. Az gelişmişlikten kurtulabilsinler diye. Eisenhower ve tüm ekibi (başta yardımcısı Nixon), daha bu ilk karşılaşmada Fidel Castro’yu devirme kararı alırlar. Fidel, ülkeye döndüğünde 400 hektara yayılmış çiftliklere devletin el koyacağını açıklar. Bu henüz hafif bir tarım reform sayılsa da ABD için yeterince serttir. Florida’dan kalkan uçaklar ada üstünde turlayıp aşağıya bildiriler atarlar. O günlerde Merkez Bankası’nın başına getirilen Che Guevara Latin Amerikalı öğrencilerin önünde ilan eder: “Küba devrimi Marksisttir.”
- Fidel’in, Afrika yılı dolayısıyla New York Birleşmiş Milletler merkezindeki 4 saatlik “kısa” konuşması ardından Kruçov, “bu adam bir kahraman” der. Aynı yıl (1960), Sovyetler’le ilk anlaşma imzalanır. SSCB hemen 700 bin ton, sonraki 4 yıl boyunca da birer milyon ton şeker alacaktır Küba’dan. Fidel hükümetinin “liberaller”i istifayı basarlar… 4 Mart, Havana limanında, ABD’nin baskısına rağmen Küba’ya silah satan tek Avrupa ülkesi Belçika’nın gemisi havaya uçurulur. 23 ölünün toplu cenazesinde Fidel ABD’yi suçlar ve devrimin bir numaralı sloganını ilk kez patlatır: “Patria o Muerte! Venceremos! (Vatan ya da Ölüm! Kazanacağız!)
-1 Ocak 1989 günü Cespedes meydanında, saat 21.30’da başlayıp gece yarısına dek sürecek halka seslenişte, Fidel’in özel günler sloganı “Patria o Muerte. Venceremos”u bir değişikliğe uğrayacaktı... Boyası yeni tazelenmiş lacivert balkondan devrimin baş kumandanı bu kez, “Marxismo leninismo o muerte!” diye haykırır ve tüm uluslararası ajans muhabirleri heyecanla kalemlerine sarılırlar, zira bu bir ilktir. Hafızamı zorluyorum. Acaba ardından “Venceremos!”u da eklemiş miydi? Bu arada, “Biz Karadeniz değil, bir Karayip deniziyiz!” dediğini de not etmişim…
- Ertesi sabah Moncada saldırısının hazırlandığı, dış duvarları delik deşik Siboney çiftliğini, ardından kışlanın kendisini ziyaret ediyorum. 26 Temmuz 1953’te Moncada kışlasını ele geçirme teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanır. Batista askerleri “Koreliler” lakaplı gerillaları kıstırdıkları yerde kurşuna dizerken, Fidel mucize eseri kurtulur. Kendisini yakalayan teğmen, askerlerine “Düşünceler öldürülmez, ateş etmeyin!” komutu verdiği için.
- Ocak 1989’da, anti emperyalist ve Marksist Leninist Küba halkı aynı zamanda gayet içkicidir... Sadece yüksek memurlar değil, herkes içer. Daha çok, onların ron dediği rom. Tabii Santiago de Cuba’da, evinin eşiğinde oturup Cerveza (bira) keyfi yapmak da bambaşkadır… Ben de Havana şehrinin her köşesindeki yüksek tavanlı koloniyal halk barlarında ufak kadehlerde sek beyaz rom içtim, turistik kafelerde Mojito kokteyli, devrim comandantesi Juan Almeida Bosque’nin Dışişleri memuru kardeşi ve arkadaşlarıyla da, 7 yıllık koyu renk Havana Club’ler. Benim ısmarladığım... Ve sek. Sonra hep birlikte devrimin hayatta kalmış tek “ana”sına saygı ziyaretine gittik. Almeida annenin Afro Kuba evi kızlarıyla, torunlarıyla dolup taşıyordu ve duvarda Fidel’in ta Moncada günlerinden yoldaşı comandante Almeida’nın fotoğrafıyla birlikte, Castro kardeşlerinkiler de vardı… Yıllar sonra, yani 2 gün önce, Comandante Almeida Bosque’nin adını Google’ladım. 2009’da vefat etmiş. Yazdığı birçok kitap ve sıkı durun, bir de meşhur şarkısı varmış: “Bana bir yudum ver.” (Dame un traguito) Onu da youtube’dan dinledim.
- Mojito kokteylini Bodeguita del Medio barında, Daiquiri’sini Floridita’da içtiği söylenen Ernest Hemingway ile Fidel, esasında sadece bir kez biraraya gelir, o gün de birlikte balık avına çıkarlar. Fidel henüz eserinin başında, Hemigway artık yolunun sonundadır ve kanımca Fidel’e gösterdiği en büyük incelik, bir yıl sonra, yani 1961’de, Havana dışındaki San Francisco de Paola’daki muhteşem evinde değil, ABD’de intihar etmesi olur.
- Bayındırlık Bakanlığı bütçesini inşaata yatırmayıp başka ihtiyaçlara yönlendirmek isteyen Fidel’in icat ettiği sistem şöyle: Kimi işçiler gönüllü olarak 5 yıl inşaatta çalışıyor. Mesela bir ayakkabı fabrikasında 100 işçi varsa, yirmi beşi inşaata gidiyor. Fabrikada üretimi düşürmemek şart, bu arada... Karşılığında, yükselecek 5 katlı apartmanın yüzde 60’ı o ayakkabı fabrikasının en verimli işçilerine tahsis edilecek.
- Sistemin bir diğer temel direği: Devrim Savunma Komiteleri (CDR). 1989 Ocak’ında, yetişkin Kübalıların yüzde sekseninin bu komitelerde yer aldığı söyleniyor. Görevleri: gece nöbeti, sokağa girip çıkan yabancıları saptamak, devrimi korumak. ABD’nin Küba rejimini devirmeye çalıştığı, bombalı saldırıların yoğun olduğu dönemlerde epeyce iş görmüşler. İşgal tehlikesi azaldığında, aşılama, mahalle doktorlarına destek, inşaat gibi alanlarda gönüllü çalışıyorlar. Ancak her fırsatta “yeni insan”dan dem vurulsa da, böylesi yetkilerle donanmış vatandaş, cinsel kimliği veya siyasi eğilimi canını sıkan komşusuna hayatı nasıl zehir edebilir; tahmini zor değil… O günden bugüne CDR’ler acaba hangi evrelerden geçti, bugün hâlâ faaller mi? Ve ne şekilde?
- Başka hiçbir ülkenin İspanyolcasında var olmayıp Kübalıların günlük konuşmalarında sıkça geçen “ua-ua”nın anlamını birkaç günde söküyorum. İstanbul’dakilerin eşi, ve tıpkı onlar gibi Macaristan’dan ithal edilmiş otobüslere verilen ad bu. Özel otomobil sayısının az olduğu, kimsenin erkenden yatmaya gitmediği Santiago de Cuba’da, 24 saat aralıksız çalışıyorlar. Havana ua-ua’ları ise bizdekilerden de evlere şenlik. Bileti neredeyse bedava, tıka basa dolu bir ua ua’ya bindiğim ilk gün, yarı yolda stopluyoruz. Herkes ne olup bittiğini anlamış olmalı, filozofça otobüsten iniliyor. Haftalar boyunca tek öfkeli Kübalıya rastlamıyorum zaten. Telaşlı “Ne oldu?”larıma cevap verme zahmetine dahi katlanmıyorlar. İnter taksi aracılığıyla ülkeye döviz kazandıracağıma çifte fotoğraf makinesiyle ua ua’ya binmiş bir yabancıyım neticede… Genç nesilden iki Afro Kubalı “Boşuna bekleme, bundan sonraki otobüs iyice dolu olur, hiç girilmez” diyor. Birlikte yürüyoruz. Müzik okulunda vurmalı sazlarda öğrenciymişler. Afro Küba müziğini övüyorlar ve “Los Papinos”un plağını almamı tembihliyorlar. Bir de “Sabado (cumartesi) de la Rumba”yı kaçırmamamı. Meksika ve İspanya’ya turneye çıkmışlar; Los Papinos’u kaçırıyorum.
-Yine sokak ahbaplığı ettiğim Camillo, “Ben politik biri değilim” diyor. Cümlenin tam tercümesi: “Ben muhalifim.” Küba’dan çıkmak için kendisini kabul edecek bir ülke bulmak şart…
-Balık eti melez doktor Galan Lopez, aile doktoru. Tüm mahalle hekimleri gibi iki katlı tek tip beyaz bir binada oturuyor. Alt kat muayenehane, üst kat özel konut. Neredeyse her Kübalı kadın gibi, Galan’ın da hayatında -daha doğrusu gönlünde-, üç erkek var. Biri operatör doktor kocası, diğerleri, fotoğraflarını dergiden, gazeteden kesip yatak odasının duvarına astığı Che ve Fidel. Girdiğim hemen her evde, her kadının odasında karşılaşıyorum bu manzarayla. 3 erkekten 2’si bildik, ancak her evde pozları farklı… 2+1 dairesinde 2 çocuk yapmaya niyetli Galan’ın sabah programı şöyle: Che portreli avlusunda mahallenin ihtiyarlarıyla jimnastik, sonra dosyalarını tuttuğu 192 aileyi teker teker ziyaret. Rahatsızlığını ciddi bulduğunu hastaneye sevk edecek, tahlillerini takip edecek, gerekirse bir uzmana devredecek, gripli, ateşli çocuğu iyileşene dek izleyecek, eşi diyet yapması gereken kadını yemeklere daha az tuz katmaya ikna edecek…
-Profesör Rodriguo Alvarez Cambras, 31 kişilik Devlet Konseyi’nin üyesi (bu konseyi milletvekilleri seçiyor, milletvekillerini belediye meclisi delegeleri, delegeleri de halk) ve dünyanın en büyük ortopedi hastanesi Frans Pais’in başhekimi. Kendi geliştirdiği ve Küba için şimdiden bir döviz kaynağı yaratmış kısa kolları ve bacakları uzatmada etkili “dış fiksatör”ünü, odaları, hastaları, yabancıların tedavi edildiği 50 yataklı bölümü ve Japon malı birkaç 21. çağ makinesini gösteriyor.
- Yabancılara şu birkaç rakam ve veriyi aktarmak her Kübalının neredeyse kutsal görevi: Tüm 3. dünya ülkelerinde 57 yılla sınırlı insan ömrü burada 74 yıla çıkmış. Çocuk ölümleri oranı kimi Latin Amerika ülkelerinde binde 70 iken burada binde 13’e inmiş. Küba’da ve otuz farklı ülkede hizmet veren yetişmiş 22.000 doktor... Tümüyle ücretsiz sağlık hizmeti… Tümüyle ücretsiz eğitim... Sıfır işsizlik. Okumasız yazmasız sıfır kişi... Ancak 3. dünyadan kopuşun bedeli de var: Kübalılar alışverişe karneyle çıkıyorlar. Her ay çok düşük fiyata edindikleri: 2,5 kilo pirinç, bir kilo şeker, 750 gram et, yarım kilo kahve, yarım kilo tavuk. Çocukların süt ve yumurta hakkı herkesten fazla… Gerisini paralel pazarlardan tedarik etmek gerek. 1989’da gördüğüm Küba’da durum buydu. Acaba o karneler hâlâ mevcut mu?
Fidel’e, Che “yanardağ”, gerilla arkadaşları “beygir güçlü” dermiş. Ben, naçizane, “aşırı sınırlı bütçesiyle çocuklarına gerekli tüm proteini bulmaya yemin etmiş, bu nedenle mutfağında her gün yeni icatlar yapan bir anne”ye benzetmiştim onu, 1989’da. 28 yıl sonra, 25 Kasım 2016’da, o mucit anne mutfaktan tamamen çekildi. Ve mutfak penceresinin ve evin önü hiç kuşkusuz iştahla bekleyen yamyamlarla dolu!
-Fidel’in ardından Küba’nın geleceğiyle alakalı yeni bir bahse girmek, kolay iş değil.
-28 yıl önce, Santiago’da ve Havana’da toplam 8 saat dinlediğim Küba devriminin baş kumandanı Fidel Castro Ruz’un o günkü (Ocak 1989) sözleriyle sonlandırıyorum notlarımı: “Buradayız, çünkü kimsenin tahmin edemediği, çok az sayıda insanın ihtimal verdiği bir şeyi başardık, 30 yıl boyunca direnmeyi bildik.” Tabii o 30’a neredeyse bir 30 daha ekleyelim.