Behçet Çelik 15 Haziran Cuma günü Taraf kitap ekinde yayınlanan makalesinde geçtiğimiz aylarda Aras yayıncılık tarafından tekrar basımı yapılan Sarkis Srents'in Ermeni Edebiyatı Numuneleri kitabını ele alıyor; 'Ermeni edebiyatı ile Türk edebiyatı yirminci yüz yılın başında yan yana ve farklılıklarını koruyarak, etkileşim içerisinde var olabilseydi, bu toprakların bugün nasıl bir edebiyatı olurdu, diye sormadan edemiyor insan.'
Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913, doksan dokuz yıl sonra yapılmış yeni bir baskı. Eğitimci, siyasetçi ve yayıncı Sarkis Srents, sekiz Ermeni yazarın on dört öyküsünü tercüme edip Kasım 1912 ile Mart 1913 tarihleri arasında Servet-i Fünun dergisinde yayınladıktan bir zaman sonra bunları Ermeni Edebiyatı Numuneleri isimli kitapta bir araya getirmiş. Bu kitap neredeyse yüz yıl sonra, bazı eklerle zenginleştirilip günümüz Türkçesine çevrilerek yeniden yayınlandı.
Sarkis Srents, kitabı hazırlarken dönemin önemli dört yazarından Abdullah Cevdet’ten, Süleyman Nazif’ten, Şahabettin Süleyman’dan ve Harutyun Şahrigyan’dan birer takriz (beğence, övgü yazısı) almış. Süleyman Nazif’in kaleme aldığı takriz şöyle başlıyor:
“Muhterem vatandaşım, Bir Osmanlı Türkü ve bu toprağın evladı sıfatıyla yüzüm kızarmadan itiraf edemeyeceğim: Siz, Servet-i Fünun’da Ermeni Edebiyatı’ndan numuneler çevirip yayınlayana kadar, ben, birçok ırkdaşım gibi Ermeni Edebiyatı’ndan habersizdim.” Öncelikle hitaba dikkat çekmek gerek. “Vatandaş” kelimesini özenle seçmiş, eşitliğe vurgu yapmak istemiş olmalı Süleyman Nazif. Bu vurgu sonraki cümlede sözü edilen utancı da güçlendiriyor – vatandaşız ama habersiziz edebiyatınızdan! Süleyman Nazif, takrizinin devamında ortak vatana bir kez daha vurgu yapıyor ve okuduğu örnekler vasıtasıyla Ermeni edebiyatının yetkinliğini fark edince, “Vatanım adına iftihar ederim,” diyor. Süleyman Nazif’in yüz yıl önceki yaklaşımı, Yargıtay’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından kurulmuş azınlık vakıflarını “yabancı kuruluş” saydığı, 1974 tarihli kararını hatırlayınca daha bir anlamlı oluyor.
Abdullah Cevdet de, Ermeni Edebiyatı Numuneleri’nde öyküler için, “Ermeni vatandaşlarımızın ruhunu bize daha çok anlatacak ve daha çok sevdirecektir,” dedikten sonra, “Ermeni vatandaşlarımızın ruhunu dedim, evet, edebiyatçılar, şairler bir milletin ruhudurlar, bir milletten bunlar çıkarıldıktan sonra o milletten ne kalır? His ve ileti yeteneğini çıkarırsanız insanda etten başka ne kalır?” diye devam ediyor. Abdullah Cevdet’in satırlarında, Ermeni edebiyatının yanı sıra, Ermeni vatandaşların “ruhu” hakkında da çok şey bilmiyor olmanın itirafı saklı. Şahabettin Süleyman’ın takrizinde de benzer satırlar var: “Siz bize, yanımızda olmakla beraber bilinmeyen bir dünyayı açtınız” diye sesleniyor Sarkis Stens’e ve ekliyor, “Bunun için ellerinizi sıkmak değil, öpmek lazımdır.”
Harutyun Şahrigyan ise takrizinde başka bir açıdan bakıyor Numuneler’e. Srents’in esas amacının, “Ermeni milletinin edebiyatçı ve şairlerini Türk aydın vatandaşlarımıza tanıtmak” olmadığını vurguladıktan sonra, bu seçkide yer verilen edebiyatçıların ve eserlerinin “1895’e ve o tarihten sonraya, yani Ermenilerin katliamının hazırlanıp uygulandığı yıllara ve sonraki zamanlara rastladığına” dikkat çekiyor. Eserlerin yazılış dönemine yaptığı vurguyu şöyle temellendiriyor Şahrigyan: “Eski ve yeni milletler arasında, her taraftan böyle telef edilmeye mahkûm, yaralanmış, zedelenmiş, varlığı tehlikeye atılmış bir milletin edebiyatçılarının böyle muhteşem bir manzara ve hayret verici duruş gösterebilmiş olması nadirdir.” Edebiyatla pek ilgisi olmadığı itiraf eden Şahrigyan’a göre bu kitap ve Ermeni edebiyatından başka örneklerin tercümesi pek çok olumlu sonuç doğuracaktır. Öncelikle “yaşama hakkı” ve “hürmet hissi”nin oluşmasını ümit eden Şahrigyan, bunların sonucunda Ermeniler ve Türklerin, “ortak vatanın refahı uğrunda birlikte çalışmaya” başlamaları hayaliden söz ediyor.
Ermeni Edebiyatı Numuneleri’ni 99 yıl önce okuyanların dikkatini bunlar çekmiş, böyle bir derlemenin iki millet arasında yakınlaşma doğuracağı umulmuş. Zaten var olan kimi yakınlıkların farkına varılmasını sağladığı da düşünülebilir. Örneğin, kitaptaki kimi öyküler, üslupları ve ele aldıkları konular itibariyle aynı yıllarda Türk yazarlar tarafından kaleme alınmış öykü ve romanları andırıyor – gündelik hayata ilişkin ayrıntıları bir kenara bıraktığımız takdirde tabii ki. İstanbul’da refah içinde yaşayanların hayatlarındaki yozlaşmanın ile bu yozlaşmaya kapılan ya da kapılmayan adam ve kadınların öyküleri bunlar. Türkçe edebiyatta da bu temaya sıkça rastlarız o yıllarda. Bu benzerlik modernleşme karşısında duyulan tedirginliğin salt dini bir temeli olmadığını düşündürüyor. Şahabettin Süleyman’ın takrizindeki dindaşı olan Araplarla kaynaşamazken, Ermenilerle rahatlıkla kaynaşabildiğinden söz etmesi de böylesi bir kültürel yakınlığı duyuruyor. Bu yakınlığın nedenini şöyle açıklıyor Süleyman: “Biz Türkler ve siz Ermeniler Fransızların dostlarıdır. Ruh arkadaşıdırlar, çünkü ruhen ve fikren biz az çok onlardan doğmuş sayılırız. Onların edebiyatçıları, sanatkârları bizim düşüncelerimizin velinimetidir.” “Türkler” ve “Ermeniler” şeklinde yapılmış özcü nitelendirmeleri bir yana bıraksak da, iki milletten eli kalem tutanların o yıllarda Fransız kültürünün etkisi altında olduğu bir gerçek. Fakat Ermeni Edebiyatı Numuneleri’ndeki öyküler, çok önemli bir başka gerçekliğe daha işaret ediyor: Ermenilerin Anadolu’daki varlığı. İzmit’ten, Bursa’dan, Trabzon’dan gelen ya da oralarda yaşayan Ermenilerin öyküleri var kitapta. Bu Ermeniler birbirinin aynı hayat tarzında yaşayan, aynı sınıftan insanlar da değil. Zenginleri ve yoksulları, tacirleri ve hamalları, devrimcileri ve hainleri var aralarında.
YOKLUĞU DUYURAN ÖYKÜLER
Kitapta öykülerine yer verilen yazarların edebiyat anlayışları gibi yazdıkları öykülerle ifade ettikleri “ruh”lar da birbirinin aynı değil. Şahrigyan’ın sözünü ettiği 1895 sonrası katliamların yarattığı “mahkûm ve yaralanmış” milletin sesini bazı öykülerde duyuyoruz, ama hepsinde değil. Şahrigyan’ın “En kıymetli edebiyatçılarımızın İstanbul’dan uzak, Anadolu ve Kafkasya’nın en ücra köşelerinde doğup büyümüş olmaları da dikkat çekmektedir” derken adlarını andığı yazarların metinlerinde milli ruh daha belirgin. Bu ruhsal yakınlığa karşın birbirine benzeyen tarzlarda öyküler yazmamışlar. Aharonyan, “mazlum vatanın bütün acılarını, asırlar görmüş yaralarını, gözyaşlarını ve inleyişlerini” açık biçimde ifade ederken, Zartanyan ve İsahagyan öykülerini metaforlar üzerinden kurgulamış. İstanbullu Ermeni yazarların öykülerindeyse insan ruhunun derinliklerine, özlemlerine, duygu dünyalarına bakma çabası dikkat çekiyor. Bu öykülerde karşılaştığımız bireylerin ruh halleri de yaşadıkları toplumdan yalıtık değil, zamanın ruhunu da hissedebiliyoruz. Bu öykülerin arka planında, özellikle öykü kişilerinin huzursuzluklarında ve başkalarıyla yaşadıkları çatışmalarda, bir değişim ve çalkantı döneminden geçilmekte olduğu olgusu açıkça duyuluyor.
Yayınlandığı zaman çok önemli bir boşluğu doldurmuş, geleceğe dönük büyük umutlara, yan yana yaşayan ama pek etkileşim içerisinde olmayan iki kültürün, iki edebiyatın buluşmasına vesile olmuş bir kitap Ermeni Edebiyatı Numuneleri. Bugün tarihsel bir önemi olmakla birlikte, bu öykülerin nasıl bir ruh, nasıl bir milli yaşantıyı anlattığı üzerinde durmanın çok fazla anlamı yok belki de. Bu öykülerin tercüme edilerek yayımlanmalarının üzerinden iki yıl geçmeden yaşananlar, İstanbul ve Anadolu’daki Ermenilerin büyük kısmını yok etti; ruhlarda derin yaralar açtı; “milli yaşantı”lar olağan akışının çok ötesinde, çok uzaklarda devam etti. Bugün Nazım Hikmet’in “kesik bir kol gibi/ omuz başımızdaydı yokluğun” dizelerini hatırlatıyor Numuneler. Anadolu’daki Ermeni varlığının yokluğunu duyuyoruz. İşin tuhafı, yakın zamana kadar yokluğunu bile bilmiyorduk; kaybımızın büyüklüğünün de farkında değildik. Numuneler bu yokluğu, bu eksikliği duyurduğu için çok önemli.
Kitapta Osmanlıca metinler günümüz Türkçesindeki karşılıklarıyla birlikte yer alıyor. Bugünün okurları için Osmanlıca metinler tamamen anlaşılmaz değil, bize çok tanıdık gelecek cümle yapıları, bugün de kullandığımız pek çok kelime var, ama yine de bütün bu tanıdık ve bildik yanına karşın, uzmanı olmayanlar için Türkçelerine ya da sözlüğe bakmadan bu metinleri anlamak çok zor, neredeyse imkânsız. Yüz yıl öncesinin dili ile bugünkü dil birbirine çok yakın ama bir o kadar da uzak iki milletin haline benziyor,
Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’ü yoklukları, yok edilenleri düşünmeden okumak zor. Ermeni edebiyatı ile Türk edebiyatı yirminci yüz yılın başında yan yana ve farklılıklarını koruyarak, etkileşim içerisinde var olabilseydi, bu toprakların bugün nasıl bir edebiyatı olurdu, diye sormadan edemiyor insan. Elbette, edebiyattan önce, Ermeniler ve Türkler (elbette Anadolu’daki öbür halklar) yan yana, ama farklılıklarını koruyarak yaşasaydı nasıl bir ülke olurdu burası, sorusu daha öncelikli ve daha yakıcı.
(Behçet Çelik - 15 Haziran Cuma Taraf Kitap Eki)