Uluslararası finans piyasalarını yakından takip eden Ercüment C. Bars, son zamanlarda yaşanan döviz kuru dalgalanmalarını ve Türkiye ekonomisine olası etkilerini yorumladı.
Türkiye’nin 2017 görünümü şu an için endişe verici. Son zamanlarda dünya siyasetinde olan bitene bakarak “Bir tek biz mi? Bütün dünya 2017’ye endişeli giriyor” diyebilirsiniz. Haklısınız da. Ancak benim endişem, dış koşulların bu kadar hızlı değiştiği bir ortamda Türkiye’nin neyi değiştirip neyi değiştirmek istemediği konusundaki tercihleri.
Ekonomi ve finansal piyasalar penceresinden baktığımızda, birçok kötü alışkanlıktan hâlâ vazgeçmek istemediğimiz görülüyor. Değiştirmek istediklerimiz de gelen gideni aratır niteliğinde. Önce değiştirmek istemediklerimizden bir örnek verelim.
Son zamanlarda çokça konuşulan bir konu dövizini bozdur kampanyası. Bireysel yatırımcıların bu dolarları neden aldığını hiç düşünmüyoruz. Birinci saik, Türkiye gibi yüksek enflasyon geçmişi olan bir ülkede tasarrufları enflasyona yedirmemek isteği, özellikle hükümet faizleri suni olarak düşük tutmak istiyorsa.
İkinci olarak, TL’ye tam olarak güvenmeyen halk, işler ters giderse döviz mevduatını bir tür sigorta olarak görüyor ki tarih onları haklı çıkardı. Hükümetlerin yanlış hesapları hep kurdan (TL’nin değer kaybetmesiyle) döndü.
Ancak biz enflasyonu düşürmek, TL’yi daha muteber bir para birimi yapmak ve Türkiye’nin yurtdışından döviz girişiyle fonlanan ve tüketime dayalı üretim modelini değiştirmek yerine, geçici olduğunu düşündüğümüz döviz sıkışıklığı ve TL’nin hızlı değer kaybı sürecini durdurmak için bireysel yatırımcıyı dövizini bozdurmaya çağırıyoruz. Taşıma suyla değirmeni döndürmek istiyoruz.
Velev ki hanehalkı yaklaşık 89 milyar dolar olan döviz mevudatını önümüzdeki sene bozdursun. Türkiye’nin önümüzdeki bir yıl içinde vadesi dolacak yaklaşık 160 milyar dolar dış borcu var ki cari açıkla beraber bu rakam yaklaşık 200 milyar dolarlık döviz ihtiyacı doğuruyor. Türkiye’nin toplam uluslararası yükümlülükleri (borcun yanı sıra Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye ve portföy yatırımlarını da kapsıyor) 600 milyar dolar. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri ise 100 milyar dolar.
Tabii ki Türk bankaları ve şirketleri her yıl yurtdışından finansman sağlamaya başarıyla devam ediyorlar. Ancak şirketler kesimindeki açık pozisyonun (döviz borcunun döviz varlıklarından fazla olması) 210 milyar dolar olduğunu düşünürsek, potansiyel bir sorunun “boyutu döviz bozdurma dekontunu göster, bedava saç sakal traşı ol ya da yarım kilo ciğeri al” ile çözülecek gibi değil.
Bir örnek de değiştirmek istediklerimize verelim: siyaset ve ekonomi gündemini uzun süredir hararetle meşgul eden iki konu başkanlık sistemi ve yeni bir milli ekonomi politika anlayışı. Türkiye’nin her ikisine de ivedilikle ihtiyaç duyduğu yönündeki yorumlara karşılık bunların içeriği ve nasıl hayata geçirilecekleri konusunda halen karanlıktayız. Ayrıntılı bir plan ve tartışma yok.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomi ekibi “Enflasyon hedeflemesinin sıkı boyunduruğundan kurtulmamız lazım ki faizleri indirebilelim” diyor ama, son beş yılda yüzde 5’lik enflasyon hedefine karşılık ortalama tüketici enflasyonu zaten yüzde 8’in üzerinde olmuş. “Politikayı daha da gevşetirsek ne olur?” sorusunun cevabını bulmak çok da zor değil. Daha yüksek enflasyon, daha değersiz TL ve daha çok dövizini bozdur kampanyaları. Ez cümle, her değişiklik iyi değildir, özellikle gereksiz ve iyi planlanmamış olanları.
Dünyadaki değişim diye başlamıştık, oraya geri dönelim. Donald Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi iki nedenden dolayı gelişmekte olan ekonomiler için bir paradigma değişikliği doğurabilir. Bunlar Trump’ın seçim sürecinde dillendirdiği korumacı politikalar ve kamu harcamalarının büyüme odaklı artırılması. Korumacı politikalar daralan küresel ticaret hacmi ve sınır ötesi yatırımlar demek. Bu da gelişmekte olan ekonomiler için hem daha yavaş büyüme hem de dolar likiditesinin azalması anlamına geliyor.
İkinci kanal, finansal piyasalar üzerinden etkili olacak; hatta olmaya başladı bile. Neredeyse potansiyeline yakın bir büyüme hızındaki ABD ekonomisinin artan kamu harcamaları ve bütce açıkklarına tepkisi yüksek enflasyon, beklenenden daha hızlı FED faiz artışları ve buna mukabil artan hazine bonosu faizleri ve güçlü dolar olacaktır. Bu da gelişmekte olan ülke para birimlerinin (ve tahvillerinin) 2017 yılı başında tekrar şiddetli bir baskı altına girme ihtimaline işaret ediyor. Özellikle Türkiye gibi yüksek dolar fonlama ihtiyacı olan ülkeler.
Bu muhtemel fırtınaya Türkiye halihazirda son derece yavaşlamış bir büyüme ve makro dengelerde artan bozulma ile giriyor. Yılın ikinci yarısında büyüme ciddi bir şekilde hız kaybetti. Tabii ki bunda yılın üçüncü çeyreğinde yaşanan darbe girişiminin de önemli etkisi oldu. Ancak ekonomik büyüme ivmesinin kaybedilmesi ve bu yavaşlamanın yapısal bir nitelik taşıması neredeyse son beş yılın hikâyesi. Basit bir deyişle, Türkiye’nin büyüme modeli miadını doldurdu. Ekonomi yönetimi her ne kadar bunu düşük faiz ve yurtiçi kredi genişlemesi ile devam ettirmek istese de dış konjonktür bu değişimi yakın gelecekte zorunlu kılabilir.
Sonuç olarak, finansal piyasalar Türkiye etrafındaki bunca belirsizlikten hoşnut değil. Türk Lirası’nın ABD seçimleri sonrasında en çok zarar görmesi beklenen ülkelerin başında gelen Meksika para biriminden bile fazla değer kaybetmiş olması bu açıdan dikkat çekici. Genel kanı, Türkiye’nin ABD’den gelişmekte olan ülkelere yayılması beklenen şok dalgasına karşı en kırılgan ülkelerden biri olacağı yönünde. Bunda Türkiye’deki kurumlara ve politika yapıcılarına olan güvenin azalmış olmasının da etkisi var. Dolayısıyla piyasalar Türkiye hakkındaki olumsuz görüşünü günlük açıklamalar ve periyodik hale gelen ekonomi paketlerinden ziyade, makul ve ortodoks politikalar uygulanmaya başlayana kadar değiştirmeyecektir. Türkiye’ye yardımcı olacak bir diğer ihtimal, Trump’ın büyük bir hayal kırıklığı olması ve paradigma değişikliğinin unutulup düşük faiz ortamına geri dönülmesi olsa da bu senaryonun oluşmasının hemen 2017 başında olmayacağı aşikâr.