Her haftamız fırtına gibi. Yani maçlardaki gibi fırtına değil de, toplumun büyük bir kısmının kafasını eğip geçmesini beklediği ya da zorlana zorlana, çok küçük adımlarla direnerek ilerlemeye çalıştığı bir fırtına bu. Çok kabaca özetlersek Kürt meselesinde baskı politikasının tam gaz devam etmesi, basın üzerindeki büyük baskı, Başkanlık projesinde -iki adım ileri bir adım duraklama gibi görünse de- MHP ile ortaklığın devam etmesi, kamuda ve akademide cadı avının tüm hızıyla sürmesi, Suriye operasyonunda evdeki hesabın hiç de çarşıya uymaması, Türk askerlerinin peşpeşe ölüm haberlerinin gelmesi, son olarak iki askerin kaçırılması, Halep’te dengelerin değişmesi, AB ile iplerin iyice gerilmesi, ekonomide dengelerin ciddi biçimde bozulması, bir krizin emarelerini iyice belirginleşmesi; beri yandan toplumsal açıdan neredeyse her hafta bariz bir ihmali işaret eden cinayetlerin yaşanması (Siirt Şirvan’daki bakır madeninde yaşanan heyelan sonucu 12 işçinin toprak altında kalarak hayatını kaybetmesi, 4 işçiden hala haber alınamaması ve Adana’da çocuk yaştaki öğrencilerin kaldığı, bir tarikata bağlı olduğu anlaşılan yurtta çıkan yangında 10 öğrencinin ölmesi) ve tüm bunların yarattığı karamsar hava.
Son vaka ile başlayalım. Yani öğrencilerin ölümü ile. Bu mesele genç kuşağın geleceğine dair de önemli soru işaretleri barındırıyor. Anadolu’da aslında eğitim hayatının ne şekilde cereyan ettiği bu cinayet ile (Cinayet, çünkü tüm işaretler bir denetimsizliği gösteriyor) bir kez daha ortaya çıktı. Yakında bir okul olmadığı için aileler çocuklarını belli ki o bölgede hangi tarikat güçlü ise o tarikatın hakimiyetinde olan yurtlara teslim ediyorlar. 12-13 yaşındaki çocuklar bunlar. O yurtlarda kimbilir hangi koşullarda kalıyorlar, o çağlarında yaşayacakları, yaşamaları gereken hayatın ne kadarını yaşayabiliyorlar. Bu durum elbette AKP dönemimde başlamadı. Anadolu’da, İstanbul’un kimi semtlerinde hayat zaten çok uzun süredir böyleydi ancak bu yurtların denetime alınması yönündeki CHP teklifinin AKP oyları ile reddedildiğini de öğrenmiş olduk bu son vaka vesilesiyle.
İş kazası dediğimiz ve aslında iş cinayeti olarak adlandırmamızın daha doğru olacağı vakalarda da bir ilerlemeden değil ancak gerilemeden söz etmek mümkün. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre 2002’den bu yana iş cinayetleri düzenli olarak artmakta. Şöyle diyelim: 2003 yılında 811 işçi, 2015 yılında 1730 işçi hayatını kaybetmiş.
Genel vaziyete bakalım. En yakıcı sorun elbette ki Kürt meselesi. Halkın oyuyla seçilmiş parlamenterler ve belediye başkanları hapisteler. Açıkçası bu konuda herhangi bir öngörü geliştirmek de artık iyice zorlaşıyor. Kürt meselesi bugüne kadar, bilhassa son 30 yılda hayli zorlu dönemeçlerden geçti. Daha önce de milletvekilleri hapse atıldı, hatırladığınız gibi. Ancak en zor dönemlerde bile, taraflar bir öngörü geliştirebiliyor, “Şunlar, şunlar olursa bir gelişme yaşanabilir” deniyor, dolayısıyla şartlar ne kadar karamsarlık verici olursa olsun, bir şekilde bir perspektif canlı tutulabiliyordu. Ki bu dönemlerin çoğuna kapalı kapılar ardında bir temas trafiği de eşlik ediyordu.
Bu kez böyle değil. Sorunu çözümü için herhangi bir perspektif ya da öngörü geliştirmek gittikçe zorlaşıyor. Mevcut politikanın nerede duracağı da kestirilemiyor. Ne zaman? Başkanlık, ya da partili cumhurbaşkanlığı olunca mı? İdam cezası geri gelince mi? Böylesi adımlar beklemek gerçekçi ve mantıklı mı? Değil. Üstelik “barışı inşa edecek son kuşağın” en önemli temsilcisi, yani Ahmet Türk hapse tıkılmışken.
Kaldı ki her gün meseleyi çözme değil, daha da büyütme mesajları gelmekte. Suriye’deki Kürt ilerleyişini de durdurma amacıyla bu ülkenin topraklarına girmenin yanısıra şimdi de Irak’ta yeni hesaplar yapılıyor.
AB ile ipleri koparma konusunda uçurumun kıyısına gelinip orada duruldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kapıları tam kapatmadık” derken AB Bakanı Ömer Çelik de Brüksel’de temaslarda bulundu. Geçtiğimiz haftaki sert demeçler az da olsa durulmuş gözüküyor. Bunda muhtemelen ekonomideki kötü gidişatın AB ile ipler koparsa daha da hızlanacağının görülmesi etkili oldu. Ancak bu içe kapamacı ve milliyetçi-İslamcı tabanı her daim diri tutmacı politika ile gidilen yol, belli ki artık cepte sayılan AKP tabanını da bilhassa ekonomik açıdan huzursuz etmekte.
Ki bu ekonomi meselesi mühim. Son aylarda yaşadığımız bu gidişatın hangi kesimleri ne oranda etkilediğini belki ilk ağızda göremeyeceğiz. Bu tür şoklar bazen zamana yayılarak da etkisini gösterir. Burada herhalde en kötü senaryo, Erdoğan rejiminin bu gidişatın üzerini örtmek için yeni savaşlar ve gerginlik politikaları icad etmesi olacaktır.
Hedef belli ki böylesi bir hercümerç içerisinde MHP ile birlikte Anayasa’yı değiştirmek için referanduma gitmek. Bunun sakıncaları öyle anlaşılıyor ki AKP içinde de soru işaretlerini artırmış durumda. MHP’den AKP’ye gelen Tuğrul Türkeş’in “Referandumda %49,5 almak seçimi kaybetmek sayılır” yönündeki sözleri ve idamın getirilmesi fikrine karşı çıkışı, Başbakan Yıldırım’ın “OHAL referandumdan önce kalkar” sözleri, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in AB konusunda Erdoğan ile ters düşen açıklamaları bu gözü kapalı gidişe yönelik uyarılar olarak da okunmalı mı? Bilemeyiz.
Ancak görünen o ki makine fazla zorlandığı için artık zangırdamaya başladı.