Rejimler arasında sıkışmış insanlar

“ ‘İkinci El Zaman’ diye bir kitap var, okudunuz mu?” Son günlerde bu soruyu sıkça sorar oldum. Okumaya başladığım andan bitirinceye, kadar ne yaparsam yapayım aklımda hep bu kitap vardı. Ve ona konuk olan insanların anlattıkları...

2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in başyapıtı ‘İkinci El Zaman (Kızıl İnsanın Sonu)’, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılışı ile yeni, kapitalist bir Rusya’nın ortaya çıkışını, bu dönüşüm sırasında insanların ne yaşadığını irdeleyen bir sözlü tarih çalışması. Sabri Gürses’in çevirisiyle Kafka Yayınevi tarafından yayımlanan 524 sayfalık kitap, monologlar üzerine kurulu. Aynı zamanda gazeteci olan yazar, rejim değişikliğinden şu veya bu şekilde nasibini alan, Rusya’nın farklı yerlerindeki, farklı görüşlerden insanların kapısını çalıyor. Kısa ve mütevazı bir girişin ardından, kimi zaman satır aralarına düştüğü zaruri notlar dışında, sözü anlatıcılara bırakıyor Aleksiyeviç. Böylece hikâyeler tüm doğallığıyla akıveriyor. 

Stalin döneminden Gorbaçov iktidarına, Sibirya’daki çalışma kamplarından yeni rejimin evsiz ve aç bıraktığı insanlara, komünizm zamanlarını öfkeyle anarken kapitalizmden umduğunu bulamayanlara... Böyle çeşitlenerek uzuyor liste. Onlar bir terapiste içini döker gibi anlatırken yaşadıklarını, okuyucu daha önce bilmediklerini ya da yalnızca medyadan, kitaplardan öğrendiklerini, yaşayanların tanıklıklarıyla, doğrudan onların ağzından dinliyor. Dolayısıyla bambaşka katmanlar açılıyor okurun önünde. Doğru bilinenlerin yanlışlığı, kitlesel olayların bireye ne yaptığı dökülüyor ortaya. Rusya’ya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerine dair anlatılanları okurken, kendi ülkesinde yaşananları anlıyor okuyucu. Barışçıl bir gösteri için meydana dökülen insanlar ona Gezi Direnişi’ni hatırlatıyor mesela; sonra Kürt hareketini, yaşadığı coğrafyada yapılan katliamları, ayrımcı uygulamaları düşünmeye başlıyor. Sınır ötesinin yakın tarihini okurken, kendi geçmişini, aslında her şeyden önce kendini anlıyor. Korkularıyla yüzleşiyor. Benimse, Rusya’dan, yaşadığım Karadeniz şehrine çalışmaya gelen, hiç konuşmadığım, halini hatırını sormadığım kadınların yüzleri beliriyor gözümün önünde. Kent merkezlerinde kurulan ‘Rus pazarlarını’, buralarda satılan irili ufaklı, rengârenk eşyaları, bu çeşitliliğe sahip olmanın, onu kendi ülkesine sokmanın ve onun ticaretini yapmanın Sovyet insanına nelere mal olduğunu düşünüyorum.

Aleksiyeviç’in kitabına, kızı bombalı bir terör saldırısında yaralanan ya da çocuğunu hiç ayak basmadığı topraklardaki bir savaşa kurban veren annenin affetme arzusu; ortak yaşamları, araya çekilen keskin sınırlarla bölünen insanlar; Çeçen’in Rus’a, Rus’un Çeçen’e bakışı gibi, onlarca değerli anlatı giriyor. Bunlar arasından, 41 yaşındaki Ermeni mülteci Margarita’nınkini taşıyoruz sayfamıza.

Felaketin ortasında mutluluğu hatırlamak

“Hâlâ kollarımı başımın arkasına koyup uyurum, mutlu olduğum zamanların bir alışkanlığı. Öyle çok severdim yaşamayı! Ermeni’yim ben, ama Bakü’de doğup büyüdüm. Deniz kıyısında.” Margarita böyle başlıyor hikâyesini anlatmaya, onu mutlu kılanlardan söz ederek. O artık Moskova’da yaşıyor, annesi ise Amerika’da. Bakü’deki eski hayatlarını anlatıyor: büyük bir ev, avluda bir sarı dut ağacı, Nevruz kutlamaları, Azeri, Rus, Ermeni, Ukraynalı, Tatar komşular... Herkesin bir arada olduğu, halalar, teyzeler, amcalar ve dayılarla çevrili bir dünya... Derken, Ermeni pogromları, iyi insanların evlerinde sakladığı Ermeniler... “Gâvurlara ölüm!” Bir tarafta gerçekler, diğer tarafta bu yaşananları anlamlandırma çabası, elden geldiğince de göz ardı etme mücadelesi...

Bakü’de birkaç hafta süren katliamda sadece Ermenilerin değil, Ermenileri saklayanların da öldürüldüğünü anlatıyor Margarita. Kendisi ise Azerbaycanlı Ebulfez’le evli ve hamile; Azeri bir dostunun evinde saklanıyor. Pencerelere kalın perdeler asıyor dostları; Margarita, hamileliği boyunca evin tavan arasında yaşıyor. Geceleri sadece bir-iki saatliğine aşağı indirip onunla konuşuyorlar, delirmesin, bebeğini düşürmesin diye. Artık Dostoyevski kitapları değil, güncel şiddet öyküleri oluşturuyor konularını.

Ermeni olduğundan, doğumevleri bile kabul etmiyor onu. Hasta bebeğini, uzun zaman sonra, yaşlı, Yahudi bir doktor iyileştiriyor. “O günlerde mutluluk da vardı” diyor Margarita, geçmişini anlatırken, mutluluktan akan gözyaşlarını hatırlıyor. Şehir mültecilerle doluyor – Ermenistan’dan kaçan Azeri aileler... Tıpkı Bakü’deki Ermeniler gibi, onlar da hiçbir şeylerini alamadan, elleri bomboş kaçmışlar. Ermenilerin Bakü’de yaşadıklarının aynını, Azerilerin de Hocalı’da yaşadığını öğreniyor gelenlerden. Bunun üzerine, unutmak için kaçmaya karar veriyor. Kıyımdan, öldürmekten kaçan insanlarla ve ticari mallarla dolu bir uçağa binerek, kızıyla Moskova’ya gidiyor. Senelerce, resmî belgeleri olmadan, bir hayalet gibi burada yaşıyor. “Burada da savaştaymışız gibi yaşıyoruz... Her yer yabancı. Deniz olsa beni iyileştirebilir. Deniz, deniz! Ama deniz yok yakında...”

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat



Yazar Hakkında