LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Sonbahar ve balık

“Hep böyle çıkıp gelmiştir
sonbahar dağlarımıza
bir elinde karanfil,
bir elinde yüreği”

İlhan Berk

Yağmurlar başladı. Bağbozumu bitti. Benim için eve dönme vakti. Balık mevsimi de başladı. “Palamut yağmur suyu içmeli” dermiş eskiler. Havalar soğuduğunda daha da yağlanan tüm balıklar şu anda yenmeye en uygun durumundalar. Lakerda yapmanın da vakti yaklaşıyor. 29 Ekim sanki sihirli bir tarih torikler için... Tezgâhlarda palamut ve torikle beraber lüferler de yerini almaya başladı. Birkaç yıldır kutlanan Lüfer Bayramı olmayınca biraz buruk içim ama bu mevsimde İstanbul’da olmanın en iyi yanı lüferin tezgâha inmiş olması. Üstelik bu sadece günümüz için değil, tarih boyunca bütün hemşerilerimiz için böyle olmuş. Eremya Kömürciyan Efendi 1660 yılında yazdığı kitapta tam da bu mevsimden bahsediyor:

“Şehrin dokuzuncu kapısına balık pazarı denir. [...] Galata’da birçok balıkçı dükkânları mevcud ise de, her türlü balık buraya getirildikten sonra satışa çıkar. Yüz cins kadar olan balıkların adları Türkçe ve Rumcadır. Rengârenk balıklar tablaya serildiğinde bahar mevsimindeki bir çiçek bahçesini andırır.” (E. Ç. Kömürciyan, ‘İstanbul Tarihi: 17. Asırda İstanbul’, çev. H. D. Andreasyan, Eren Yay., 1988)

Bu arada, Eremya Kömürciyan Efendi’yi hafife almamak lazım. İbrahim Müteferrika’dan önce, Langa’daki Surp Sarkis Kilisesi’nde matbaa açmış bir kişidir.

Sadede gelelim. Yazı yazmaya başladığımdan beri, özellikle balıklarla ilgili her yazımdan sonra, hangi balığın hangi mevsimde yeneceğine dair sorular alıyorum. Madem balık tezgâhları çiçek bahçesi gibi şenlendi, balıkların avlanması ve yenmesi için en uygun olduğu tarihleri gösteren bir takvimi tekrar paylaşayım.

Sarkis Seropyan, Türkiye tiyatrosunun en önemli bayrak taşıyıcılarından olan ve tam 50 sene boyunca tek başına ‘Kulis’ dergisini çıkaran Hagop Ayvaz’ın, ölümünden sonra Agos’a verilen arşivinden, kendi el yazısıyla İstanbul’un mevsimlere göre balıklarını tasnif ettiği notunu bulmuş. Bu takvim o notlardır.

Afiyet olsun…

Ufak bir sitemimdir…

Ne zaman bir mekâna gidip şarap dışında bir şey içecek olsam, masadaki arkadaşlarım aynı soruyu sorar: “Neden şarap içmiyorsun?” Cevap hep aynıdır: “Eve iş getirmiyorum.”

Aslında, dışarıda şarap içmek istemiyorum, çünkü kendimi enayi yerine konmuş hissediyorum. Rakıyı alış fiyatının üzerine yarısı kadar kâr koyup satan işletmeler, şarabı, üreticiden aldıkları iskontoyu fiyata yansıtmadan, liste fiyatının iki-üç misliyle sattıklarında, menüde bol sıfırlı sayılar çıkıyor ortaya. 

Bir de, içmeyi ‘biraz’ seven biri olduğumu için, ilk tercihim hep rakı oluyor. 

Hesap ortada: Masaya oturan dört adam bir büyük rakı ya da minimum üç şişe şarap içer. O üç şişe şarabın fiyatı bir büyük rakının fiyatına denk düşecek ki, şarap tercih edilebilsin. 

Bu yazıyı okuyan işletmeciler yine kiralardan, işletme maliyetlerinden bahsedecek. Şarabın üreticiden pahalıya geldiğini söyleyecekler. Üretici ödediği fahiş vergilerden, memleketin zorluklarından bahsedecek. Mülk sahibi bugün satsa dünya para eden mülkünü tabii ki ucuza kiraya veremeyeceğini söyleyecek. 

Olan yine bize olacak. Dayan rakıya...