Her şey iç içe. Çarşamba sabahına, Nisan ayında başkanlık için referandum yapılabileceğini öğrenerek başladık. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bir süre önce, parti olarak parlamenter sistemden yana olduklarını ama bu başkanlık meselesinin artık bir sonuca ulaşması gerektiğini, dolayısıyla AKP’nin bir projesi varsa bunu Meclis’e, sonra da halka götürmesi gerektiğini söylemişti; halkın onay vermesi durumunda buna bir itirazları olmayacağını da eklemişti.
Bahçeli’nin sözleri üzerine AKP harekete geçti, geçtiğimiz günlerde Başbakan Yıldırım ve Bahçeli buluştu. Bu buluşmadan sonra ortaya çıkan manzaraya bakılırsa, böyle bir teklifin, referanduma götürme sınırı olan 330 vekil oyunu bulması için MHP’den bir destek gelmesi sürpriz olmayacak. Özetle, MHP şimdilik “Referanduma evet, başkanlığa duruma göre” gibi bir pozisyon takınmış durumda.
Bu elbette AKP’nin istediği bir pozisyon. Çünkü AKP yeni Meclis tablosu ışığında herhangi bir anayasa değişikliğini referanduma götürmek için gerekli oya sahip değil ve mutlaka bir desteğe ihtiyacı var. Dolayısıyla AKP yeni Başkanlık sistemini de içerecek yeni anayasa değişikliği teklifine MHP’ni de benimseyeceği birkaç madde eklerse, AKP’li yetkililerin söylediği gibi, kendimizi 2017’nin başlarından itibaren referandum ortamında bulabiliriz. Sonuç ne olur şimdiden söylemek zor ancak bu durumda, –tek adam yönetiminin doğurduğu ve doğuracağı sakıncalar bir yana– Türkiye’yi yeni bir altüst oluşun beklediğini öngörmek zor değil.
Neden diye soracak olursanız, şöyle: AKP 7 Haziran seçimlerinde tek parti iktidarını kaybettikten sonra seçimi tekrarlama kararı almış ve Kasım ayında yapılan bu yeni seçimlere Kürt meselesinde savaş politikalarıyla gitmeyi tercih etmişti. “Koalisyon ekonomik kriz getirir” sözleriyle korkutulan ve bir anlamda ‘savaş’la terbiye edilen seçmen (bilhassa MHP seçmeni) de AKP’ye yeniden tek parti iktidarını vermişti. Dolayısıyla, AKP iktidarını ülke içindeki savaşla geri almıştır diyebiliriz.
Şimdi, bu analiz ışığında son haftaların gelişmelerine bakabiliriz. Cumhurbaşkanı Erdoğan IŞİD’in elindeki Musul’u geri almak için koalisyon güçleri, Irak ordusu ve Peşmerge güçleri tarafından nihai bir operasyon yapılacağı belli olduğundan beri ortada ne Lozan bıraktı, ne Misak-ı Millî. Bu sürece damga vuran tüm konuşmalarında, Türkiye’nin artık 1923 koşullarıyla hareket edemeyeceğini söyledi ve bilhassa Ortadoğu konusunda ‘yayılmacı’ olarak değerlendirilebilecek bir politika için çok sayıda ipucu verdi. Çarşamba günkü konuşması şöyleydi Erdoğan’ın:
“Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misak-ı Millî sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı hem de güney sınırlarımızda Misak-ı Millî hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir. Bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır.”
Tüm bu sözleri, özellikle Osmanlı vurgusunu, bir süredir Musul operasyonu ve Musul yakınlarındaki Başika bölgesinde yer alan Türkiye güçleri nedeniyle Irak yönetimiyle yürütülen sert ağız dalaşı eşliğinde ve Türkiye’nin Musul’a yönelik operasyonda ‘mutlaka’ yer alma isteğiyle okuduğumuzda, önümüzdeki dönemin AKP açısından bir anlamda yol haritası da belli olmuş oluyor: Bu kez yurtiçinde değil sınırların hemen ötesinde yürütülecek bir ‘savaş ortamı’ ile Başkanlık referandumuna gitmek.
Gayet açık ki, bu savaşa ideolojik malzeme olarak “silkinen ve şahlanan Türkiye”, “Musul’u Şiilere bırakmayan Türkiye” ve “Suriye’nin kuzeyinde Kürtleri gerileten Türkiye” argümanları zerkedilecek. Bu mezhepçi ve fetihçi argümanların içerde milliyetçi ve İslamcı taban açısından bir karşılığı olacağının düşünüldüğü anlaşılıyor. Ancak bu politikanın ‘bölgede’ karşılığı ne olur derseniz, orası epey şüpheli. İçerideki bu kadar hamasete rağmen Irak yönetimiyle yapılan yüz yüze görüşmelerde hayli diplomatik bir ton tutturulması da bunun göstergesi.
Erdoğan’ın başkanlığı için yeni bir ateş çemberine daha gireceğiz belli ki; durum onu gösteriyor. Bunun Türkiye halklarına bir faydası olacak mı diye soracak olursanız, iyimser bir tablo çizmek mümkün değil.
“Madam” gibi
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde Trabzon’da “Ermeni p.içleri, yıldıramaz bizleri” sloganları eşliğinde yaptığı konuşmada şöyle bir ifade kullandı “Ne diyordum size hatırlayın, biz bir gün ölmeyecek miyiz? Öleceğiz. Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var.”
Sadece kadını değil, Hıristiyan kadınları da aşağılayan bu sözlere tepki gösteren çevre maalesef ki çok sınırlı kaldı. Hele ki AKP çevrelerindeki kadınlardan, hiç. Üstelik, tarih boyunca bu topraklarda Hıristiyan kadınların nasıl öldüğünü de hesaba kattığımızda sözün sakaleti ve ağırlığı da katlanıyor. Kendisini bu ağırlıkla başbaşa bırakmak en iyisi.