YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

OHAL’de ikinci üç ay başlarken manzara

Hayatın Sesi TV ve İMC TV’nin yanısıra Jiyan TV, Azadi TV –çocuklara yönelik Kürtçe yayın yapan- Zarok TV, Van TV, Denge TV, -Alevilere yönelik yayın yapan- TV 10 mühürlenerek kapatıldı. Özgür Radyo da aynı şekilde, kapısı kırılarak mühürlendi. Tüm bu kanallar son ana kadar yayın yapmaya çalıştılar ancak sesleri, rejiye giren polis memurlarınca susturuldu. Basın özgürlüğü ve demokrasi açısından kara günler yaşıyoruz. Bütün bunların OHAL rejimi altında rahatlıkla yapılabildiği, bir tür darbe rejiminin içinden geçiyoruz. Üstelik ilk ilan edildiğinde “Bakarsınız bir, bir buçuk ay içinde bitiririz”, “Topluma değil kendimize ilan ediyoruz” diyen Hükümet’in OHAL’i 3 ay daha uzattığı  günlerde oluyor bunlar. 

Bir yandan da Altan kardeşler tuhaf gerekçelerle tutuklu, Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay da öyle, son olarak listeye yazar-öğretmen Murat Özyaşar da eklendi.  Özgür Gündem için Nöbetçi Yayın Yönetmenliği yapanlar hakkında davalar açılmaya devam ediyor. Celal  Başlangıç bu hafta başında Çağlayan Adliyesi’nde ifade verdi, Nadire Mater ve Tuğrul Eryılmaz için de iddianame hazırlandığını öğrendik. İddianame, İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Bu arada kapatılan televizyon kanallarının cihazları da TRT’ye devrediliyor. Mülk “transferi” de var yani işin içinde.

Anlaşılacağı gibi görünürde Gülen cemaati ile mücadele etmek için ilan edildiği ilan edilen OHAL, esas olarak ülkedeki tüm muhalif kurum ve kişiler üzerinde bir baskı oluşturmak için kullanılır hale gelmiş durumda. Karşınızda nadiren bir mahkeme var. Mevcut durumda bu gidişatı eleştiren ya da eleştirebilecek kanal ve gazetelerin çoğunun sesi kısılmış durumda., geride kalanlar da büyük bir tedirginlik içinde bu dalganın nereye kadar gideceğini öngörmeye çalışıyorlar. Şunu da eklemek gerekir ki tüm bu saydığım kurum ya da kişiler 15  Temmuz darbesine güçlü biçimde karşı çıkmış ve zaten darbelere geleneksel olarak karşı çıkagelmiş kurumlar. Özetle dış basında da artık daha sık yer bulmaya başlayan “Erdoğan Olağanüstü Hal’i muhaliflerini sindirmek için kullanıyor” yorumları gayet gerçekçi duruyor.

İktidara baktığımızda tüm bunlara dayanak oluşturan 15 Temmuz darbe girişimini araştırma meselesinde hala konunun etrafından dolandıklarını ve darbe girişimin siyasi ayağına ilişkin pek bir adım atılmadığını görmekteyiz. Bunu yerine menüde başka yenilikler görüyoruz epeydir. “Lozan” meselesi bunlardan biri.

Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz perşembe günü durduk yere “Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalıştılar” deyiverdi. Tam olarak şöyle dedi:

“1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi? Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu? Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege'de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle...”

Adalar’la ilgili durumun Lozan’la ilgisi olmaması bir yana, durduk yere bu nereden çıkmış olabilirdi? İster istemez bundan iki yıl önceki bir G. Doğu gezisinde çok sayıda AKP seçmeninden duyduğum ve belli ki epey inananı olan bir söylenti geldi aklıma. Efendim, Lozan 100 yıl geçince yani 2023’te bitecekmiş ve ondan sonra Türkiye istediği gibi topraklarında petrol arayabilecekmiş. Belli ki bu tevatür AKP ya da AKP’ye yakın kesimler tarafından yayılmıştı ve epey de alıcı bulmuştu. Ve şu da belliydi ki AKP son zamanlarda iyice kendini belli etmeye başlayan ekonomik darboğazı bu ve buna benzer tevatürlerle aşmayı ve seçmenlerine hiçbir gerçekliği olmayan karşılıksız umutlar, vaadler pompalamayı seçmişti.

Ama bu mesele tabii bu kadarla kalmıyor. Bu tür tevatürlerin başka amaçları da var. Sıkışan ekonomilerde otoriter rejimlerin bakacağı ilk yer sınır ötesidir. Erdoğan’ın Lozan çıkışı da  görünürde Yunan Adaları’nı işaret ediyor gibi görünmekle birlikte ufukta görünen Musul operasyonu hesaba katılığında tablo epey değişiyor.

Bilindiği gibi Türkiye’nin Fırat Kalkanı adı altında Suriye topraklarına girmesinden sonra gündeme –Irak topraklarındaki- Musul’u IŞİD’den kurtarma operasyonu geldi. Türkiye bu operasyonda mutlaka görev almak istiyor. Kimi gazeteler bu operasyonun 20 Ekim’den sonra başlayacağını bile yazdılar. Son olarak Milli Savunma Bakanı Fikri Işık şöyle dedi:

"Türkiye olarak biz göreve hazırız. Bu operasyonun planlaması aşamasında mutlaka ama mutlaka (olası) göçün dikkate alınması, Türkiye'nin taşıyamayacağı bir yükü Türkiye'nin üzerine yıkılmaması, bunun için de operasyonun başından itibaren Türkiye'yle çok yakın bir koordinasyon içerisinde çalışılması, gerektiğinde Türkiye'nin tüm kurumlarından destek alınması önemli. Önümüzdeki kısa bir sürede başlaması öngörülüyor Musul operasyonunun. Oluşacak göç dalgasına karşı tedbirleri şimdiden müttefiklerimizin çok iyi değerlendirmesini bekliyoruz."

Ve tam da bu günlerde Irak’tan Türkiye’nin Musul’a bağlı Başika’da barındırdığı güçlere ilişkin gelen “İşgalci güçler” açıklaması hem Hükümet hem de –özellikle- medya tarafından küstahça bulundu. Lozan çıkışının tam da böyle bir döneme denk gelmesi, nasıl derler, manidar.

Velhasıl, OHAL uzatılıyor, gazeteciler susturuluyor, ekonomi yalpalıyor, Türkiye sınırlarının öte yanını masaya sürüyor. Yine çetin bir döneme girmekteyiz.