Bir süredir dört “Agos” çalışanı, yazar Karin Karakaşlı, fotoğrafçı Berge Arabian, mimar Zakarya Mildanoğlu ve ben İstanbul’un tarihi hanlarını gezmekteyiz. Bu son derece özel ilginin fitilini ateşleyen ise Berge’nin merakı oldu. “Agos”un avlusundaki sohbetlerimizden birinde “Bu ‘han’ kelimesini çok sık duyuyorum, han ne demek?” diye sorduğunda, anlatılacak bir şey olmadığını, birlikte gezmemiz gerektiğini söylemiştim. O sıra yanı başımızda olan Karin “Ben de gelirim” deyince han gezginleri üçlüsü kurulmuş oldu.
Bu ekiple ilk ziyaret ettiğimiz mekan Çemberlitaş’ta Vezir Han oldu. Orada arkadaşım Sarkis Erkol’un rehberliğinde Sarkis’in çocukluk anılarından başlayarak hanın son 50 yılına doğru bir yolculuğa çıktık. Ertesi hafta bu izlenimlerimiz gazetede yayınlanınca Zakarya “Bana haber bile vermeden ne işler çeviriyorsunuz?” diye sitemli bir sataşmada bulundu. Bir sonraki hafta biz ‘üç silahşörler”e bir de D’Artagnan eklendi.
Böylece her haftanın bir gününü tarihi yarımadada, yüzlerce yıllık duvarların içinde geçirmeye başladık.
Hanlar, bu devasa metropolün ekonomi odakları olmaktan çok uzaklar artık. Onların yerini büyük, devasa çarşılar ve alışveriş merkezleri aldı. Ancak her biri ayrı birer uydu kent görünümündeki bu yapılar bizim için fazlaca bir şey ifade etmiyorlar. Biz geçmişin izlerini sürmekteyiz. Karin şair duyarlılığı ile kişisel hikâyeler derlemekte, Berge ise konuşan, anlatan, düşündüren fotoğraflar. Gerçek bir arşiv kurdu olan Zakarya hepimizi hayrete düşüren bilgiler bulup getiriyor, kah eski bir inceleme yazısından, kah 100-150 öncesine ait bir gazete ilanından.
Han ziyaretlerinde sohbet ettiğimiz esnaflar şimdilerde bariz bir sakinliğe gömülen hanların geçmişteki koşuşturmalı yıllarını özlemle anımsıyorlar. Kumaş tüccarı arabacı Sarkis’in çift beygirli arabasının Çakmakçılar yokuşundan Sirkeci’deki ambarlara günde kaç sefer yaptığını, hamal bölüklerinin arkalıklarda taşıdığı yüzlerce kilo yükü anlatırken şimdi en önemli uğraşının saksıdaki çiçeklerin bakımı olduğunu paylaşıyor bizlerle.
Tahmin edebildiğiniz gibi bu süreçte benim görevim ise koordinasyon. Bu hafta hangi hana gidilecek, orada kiminle buluşulacak gibi soruların cevapları benim alanımı oluşturuyorlar.
Bu hafta Karaköy’de ünlü Kurşunlu Han’ı ziyaret ettik. Cenevizlilerden kalma bin yıllık yapının ana kapısından içeri girdiğimizde sadece mekanın değil, zamanın da dışına çıktığımız duygusu hâkimdi hepimizde. Şehrin uğultusu, gürültüsü bir anda kesilivermiş, o telaşın dışına düşmüştük.
Burada bizi ağırlayan sevgili Ara Suner, geçmişte kazancıların mekânı olan handa şimdilerde ağırlıklı olarak yaycıların bulunduğunu söylüyor. Kendisi ise planya testereleri, şerit testereler ticareti yapmakta. “Bizim dükkânın da bulunduğu bu üst kattaki odalar eskiden çalışanların, hamalların yattığı yerlermiş. Şebinkarahisarlı hamallar gurbete çalışmaya gelir, geceleri de bu odalarda konaklarmış”. Hanın odabaşı da Şebinkarahisarlı. Ekstradan bir de memleket muhabbeti katıyoruz ziyaretimize.
Bu arada unutmadan, hanlar faslının devamında bir de ‘hamamlar’ serimiz olacak. Karşılaşacağımız sürprizleri hayal bile edemiyoruz henüz.
Gerçekten de ünlü şair Yeğişe Çarents’in “evrensel fahişe”, Tevfik Fikret’in “kırk kocadan arta kalan bive i bakir” yakıştırmasını hak edecek kadar çekici bu kent koynunda sayısız gizler barındırıyor. Bizler, İstanbul sevdalıları ise, bin yıllık sokakların taşları arasında her haftanın bir günü o gizlerden birine, ikisine dokunmanın heyecanına kapılmış gidiyoruz.
Sanırım Kamışlı’da doğmuş, Beyrut’ta okumuş, uzun yıllar Kanada’da yaşadıktan sonra İstanbul’a yerleşmiş Berge’nin sorusunu ancak böyle cevaplandırabileceğiz.