Bu yıl, kuruluşunun 50. yılını kutlayan Gazturman Gayan Kampı’nın ‘Özgürlük Haftası’na Berge Arabian’la birlikte konuk olduk. Dönem boyunca akıl oyunları, robot yapımı, yoga, futbol, voleybol ve badminton gibi çeşitli spor faaliyetleri ve atölyelerin yer aldığı program, yerini bolca oyuna bırakırken biz de onlarla birlikte dopdolu bir gün geçirdik.
Kampta gün, çocuklar için sabah 9’da başlıyor. Kahvaltının ardından ‘Özgürlük Haftası’nın tadını çıkaran çocukları ziyaret etmek üzere ilk durağımız kızlar yatakhanesi oluyor. Berge Arabian’la tanışan kızlar, çekingenliklerini üstlerinden atmış, kadraja girmek için yarışıyorlar. Köşede kalmaya devam edenleri ise Berge ahparigleri ikna ediyor: “Kameradan kaçana ceza var; önce 1 TL, sonra 4 TL yoksa babaya telefon..” Kızlar gülüşüyor, kamera gözden kayboluyor; nitekim kız kıza kalıyoruz. Çocukların başlarında iki kuyrig (yani, abla) var; biri 15 yaşındaki Dikris Kuyrig diğeri 22 yaşındaki Melisa Uluk Kuyrig. Melisa Uluk, kamptaki tek Melisa Kuyrig olmadığından soyadıyla çağırılıyor. Onların yardımıyla başlıyoruz miniklerle sohbet etmeye.
Önce Elena çarpıyor gözüme; kapının önünde ürkek ürkek bize bakıyor. İsmini soruyorum, heceleyerek “E- le – na” diyor. Böylece tanışmış bulunuyoruz 6 yaşındaki küçük kızla ama görünen o ki konuşmaya niyeti yok. Kuyrigleri anlatıyor onu, “Gürcistan’dan geldi Elena, annesi de mutfakta mayrig. Kaçıp yanına gider hep, bir de ikizi var, Helen.” Derken kocaman elâ gözleriyle Helen giriyor içeri. Belli ki annesinin yanından yukarıya, odaya gönderilmiş; gözleri ıslak yatağına kıvrılıyor. Helen’in şekerlemesini bölmeden devam ediyoruz tanışma faslına. Narod söze başlıyor ve gülerek üçü kampta toplam altı kardeş olduklarını anlatıyor. Katya, Andrea, Talya ve Lena derken yarım Türkçesiyle “Damarlarımda yarı Rus yarı Ermeni kanı var” diyor, 15 yaşındaki Monica. Babası Rus, annesi Ermenistanlı. Önce Rusya’dan Gürcistan’a oradan da Türkiye’ye gelmişler.
‘Savaştan kaçtık’
Ardından Karina dikkatimi çekiyor. Arkaya topladığı siyah saçları, kahverengi gözleri ve esmer tenine o kadar yakışmış ki altın halka küpeler… “Dört sene önce Suriye’den geldim” deyince duraksıyorum, “Ne olur savaş demesin” diye düşünmemle “Savaştan kaçtık” demesi bir oluyor. Ne denebilirdi şimdi 11 yaşındaki bu küçük kıza? “Sorduğum için affet” diyorum içimden: “Kötüydü, değil mi?”
“Kötüydü tabii, dayımı gözümün önünde öldürdüler” diyor ve dolan gözlerine rağmen gülmeye devam ediyor. “Konuşmayabiliriz istersen” demeyi bir borç biliyorum ona; o da başını sallayarak onaylıyor beni. Aklıma ABD’li tarihçi-yazar Howard Zinn’i getiriyor bu diyalog. Zinn, “Masum insanları öldürmenin utancını kapatacak büyüklükte bir bayrak yoktur” demişti yıllar önce. İyi ki hâlâ yok, olsa nasıl bakardım Karina’nın yüzüne?
Kampın yaramaz kızı Elizabet
Neyse ki odadaki buhranı 11 yaşındaki Elizabeth yok ediyor: “Hadi beştaş oynayalım!” Elizabet 2,5 yaşından beri kampın tatlı yaramazlarından, üstelik epeyi de açık sözlü. “Gel de bir yeneyim seni” diyerek başlıyor Batmanlı Dilan’a meydan okumaya. Onlar kendilerini kaptırmışken Siranuş geliyor yanıma. Dertleşecekmiş gibi bir hal var gözlerinde. Çok geçmeden anlatmaya başlıyor hikâyesini. Ermenistan’dan gelmiş Siranuş, “Yayam bakıyordu bana” deyip susuyor birden, “Benim mama, baba ayrı” diye ekliyor sır verircesine. “Benim de” diyorum, yalnız değilsin. O an sırdaşı olduğumu hissettiren bir gülümsemeyle masmavi gözlerini yerden kaldırıyor ve kamptan bahsetmeye başlıyoruz bu kez. Yogadan atölyelere, yemeklerden oyunlara her şeyi iştahla anlatırken bir yandan da yogada öğrendiği hareketleri yapıyor. Derken, Melisa Uluk Kuyriğinin kolundaki bilekliği gösterip “Ben de yapıyorum bunlardan, atölyede öğrendim” diyor heyecanla ve söz veriyor. Mayrig ip getirirse bana da bileklik yapacak. Böylece Siranuş’la başladığımız samimi sohbete ara veriyoruz; ben de üst bahçede oturan kızların yanında buluyorum kendimi. Onları kara kara düşünürken görünce “Ne yapıyorsunuz bakalım?” diye soruyorum; “Dans çalışacağız ama müzik yok” diyor Alin; çünkü belli saatler dışında telefon kullanmak yasak. Alin 14 yaşında, Aramyan Uncuyan Okulu’nda öğrendiği dansları Maral, Madlina, Alisa ve Narod’a öğretiyormuş. Bunu öğrenince hem merakıma yeniliyorum hem de yüzler o kadar asık ki, telefonumu vermiş bulunuyorum. Açılan şarkı ‘Tamzara’, dansçıların yaşlarıysa 6, 8, 11 ve 12 olunca şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Büyükler tarafından yönlendirilmeksizin, kendi aralarında kültürlerini dinç tutuyor olmaları, geleceğe dair umut vadediyor sanki. Konuk olduğumuz dans provası oldukça disiplinli; sıralar belli, figürler çalışılmış ve Berge Arabian fotoğrafladıkça omuzlar dik, bakışlar karşıda… Prova bitiminde kızlarla soluklanıyoruz biraz; laf lafı açıyor, muhabbetimize Sarin de dahil oluyor. Sıra ileride ne olmak istediklerine gelince, 12 yaşındaki Maral, “Herkes öğretmen ol diyor ama ben psikolog olacağım” diye yumruğunu vuruyor masaya. Sebebini ise şöyle anlatıyor: “İnsanlara yardım etmek, dertlerini dinlemek ve kapıdan çıktığımda güldüklerini görmek beni mutlu ediyor.” Maral’ın olgunluğunu hayranlıkla dinlerken Daniel geliyor yanımıza, Karina’nın erkek kardeşi. Hikâyesini bilmenin burukluğuyla yüzüne bakıyorum. Böylece iki kardeşin birbirlerine ne kadar benzediğini anlamam uzun sürmüyor. Savaşa ve ölüme rağmen gözlerinin içi o kadar güzel gülüyor ki, “Evet!” diyorsunuz, barış denen şey belki de savaş görmüş çocukların gözlerinde…
Ne zaman ki konu takımlara geliyor, “Galatasaraylıyım” deyince Daniel fırlıyor: “Ben de!” “Çak o zaman!” diyorum, bu vesileyle onun küçük ellerine dokunmak iyi geliyor bir nebze. Yapılan anonsla anlıyoruz ki saat 1’e geliyor; çocukların yemek vakti. Hep birlikte yemekhaneye geçiyoruz, çocuklar yerlerine oturuyor ve yemeğe başlamadan ‘Hayr Mer’ (Gökdeki Babamız) duasını okuyoruz. Dua sırasında beş-altı yaşlarındakilerin birleşen ellerine dikiyorum gözlerimi. Belki de bu, kampın onlara kazandırdığı en değerli şey olacak…
‘Önce çocuklar’
Berge’le yemeklerimizi yerken, kampın emektarlarından Azimet Varbed geliyor yanımıza. “Sen yemiyor musun?” diye soruyor Berge; aile olmanın bilinciyle, “Önce çocuklar doysun, biz sonra yeriz” diyor Varbed. Bu esnada gelen “Yerde üzüm görmeyeyim, yoksa masaları siz toplarsınız” uyarısıyla, düzenin sevgiyle işlediği bu kampın bir parçası olarak masamızın altını kontrol ediyoruz. Yemek bitiyor, dua ediliyor ve çocuklar bahçeye koşuyor. Hazır fırsat bulmuşken, biz de bu yıl kampta son yılı olan Müdür Tamar Nergis’le konuşuyoruz. 7 yıldır Gazturman Gayan’a gönül veren Nergis, hislerini şöyle dile getiriyor:
“Çocukla olan her şey keyiflidir ve iyileştiricidir. Ne kadar hasta, ne kadar yorgun olursanız olun bir çocuğun size sarılması her şeyi unutturur. 7 yıldır çocuklardan çok şey öğrendim. Her birinin ayrı ayrı karakterleri ve yetiştiriliş tarzları var. İlk defa benim dönemimde Ermenistanlı çocukları kabul etmeye başladıklarında onların evlerini barklarını bırakıp gelmişlikleri, o tedirginlikleri, gözlerindeki ürkekliği gördük. Zamanla buraya nasıl alıştıklarını, kendilerini nasıl buralı hissettiklerini de gördük. Son birkaç yıldır burada akrabalarına sığınıp Ermeni okullarına başlayan Suriyeli öğrencilerimiz oldu. Onların sevgiye ve güven duymaya ihtiyaçları var. Burada hepimiz, birbirimizin açığını kapattık ve böylece aile olduk. Çalışanlara mayrig, varbed, kuyrig ve ahparig dedik. Çünkü kampın en önemli misyonlarından biri, çocukları birarada tutarak kültürümüzü devam ettirmek. Tabii ki burası bizim evimiz, burayı bırakmam mümkün değil; sadece müdürlük görevim sonlanıyor. Bizler daima bizden öncekilerden aldığımız bayrağı, onlar gibi ilerletmeye çalıştık. Aynı şekilde biz de bayrağımızı devredeceğiz ve eminim ki yerimize gelecek arkadaşlar bayrağı sonuna kadar taşıyacaktır.”
‘Bir de böyle dene’
Böylece buruk bir veda konuşması yapmış bulunuyoruz Oryort Tamar’la. Bana söyleyecek söz bırakmadığından, bahsettiği o sevgiyi iliklerime kadar hissettiğimi belirtmekle yetiniyorum. Odadan çıktığımda, akşam yemeği için hummalı bir hazırlık olduğunu görüyorum mutfakta. Tuncay Usta dönerin başında, mayrigler patates doğruyor. Tuncay Usta’nın çay ikramıyla başlıyor sohbetimiz ve konu kız çocuklara geliyor. “Beş yıldır buradayım ve beni burada tutan çocukların yaptıklarımı beğeniyor olması. Çocuklarla, özellikle kız çocuklarıyla ilgilenmek çok önemli; çünkü onlar hayatları boyunca çok az insana güvenirler. Mesela Elena var burada, yemek yemiyordu pek. Şimdi sayemde sevmediği domatesi yiyor. Bir gün tuz ektim üstüne, ‘Bir de böyle dene’ dedim, o gün bugündür alıştı. Benim de kızlarım var, bu hayatta kız çocuklarını başkalarından gelecek şeylere muhtaç etmemeli.”
Bu derin konuşmanın arasında, “Belli ki sen de yemiyorsun” deyip başında durduğu dönerden kesiyor bana. Hemen yanında Elena’nın annesi Daria Mayrig çalışıyor. Hikâyesini soruyorum bulmuşken; Gürcü olduğunu söylüyor önce, sonra da kızları, Elena ile Helen’i anlatıyor. Sahakyan’da okuyormuş ikizler, Ermeniceyi de yeni yeni öğreniyorlarmış. Böylece neden konuşmaktan kaçtıklarını anlıyorum ben de. Arkamdaki tezgâhta Siranuş, Maria ve Nelli Mayrig çalışıyor. Onlar üç koldan patates doğramaya devam ederken nereden geldiklerine dair sohbete koyuluyoruz. Maria Mayrig başlıyor önce; “Hem kampta çalışıp bu cemaatin çocuklarıyla ilgilenmek hem de Ermenicemi ilerletmek için Diyarbakır’dan geldim” diyor. Dört yıldır burada çocuklarla kalıyor, ateşlendiklerinde başlarında bekliyor, banyolarını yaptırıyor. Sıra Siranuş Mayriğe geldiğinde, kamptaki oğlu Aras’tan bahsediyor: “Takıntısı var, aynı çorabın iki ayrı rengini giyiyor, giydirmeyince ağlıyor.”
FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYIN.
‘Kamp Armen’deydim’
Biz de mutfaktakilerle daha altı yaşındaki Aras’ın modacı olacağına kanaat getiriyoruz. Çocukları çok sevdiği her halinden belli olan Siranuş Mayrig, kampa da sırf çocuklar için gelmiş. “1978 - 79’da Kamp Armen’e gitmiştim ben de. Hiçbir şey yoktu ama çok güzeldi. Ben burada gönüllü çalışırken oğlum da kampı tatsın istedim” diyor. Hemen karşısında çalışan Nelli Mayrig, konuşmuyor ama yüzünden tebessüm eksik olmuyor biz konuşurken. “Siz anlatın biraz” diyorum ama Türkçesi yeterli olmadığı için onun yerine Maria Mayrig anlatıyor:
“Nelli Mayrig iki yıl önce Halep’ten geldi. Savaştan kaçmış, buradaki akrabalarına sığınmışlar. Eşi kaç aydır Almanya’da oturma izni için uğraşıyor. Kampta da üç oğlu var. Yazın buradalar, kışın Anarad Hığutyun’da olacaklar. Çocuklar orada okuyacak, kendisi de çalışacak.”
Hikayeyi dinlerken Nelli Mayrig araya giriyor, “Diyarbakır’da da savaş var” diyor yarım Türkçesiyle. Derinleşen konular Maria Mayriği geçmişe götürüyor belli ki ve soruyor: “Memleketimi bırakıp gideyim mi?”
Mayriglere daha fazla geçmişi düşündürmeden pirinç ayıklayan Eva Mayriğin yanına geçiyorum bu kez. Setin yanında Narod ve Elizabet yardım ediyor. Mutfaktan kokular çıktıkça karınları acıkıyor küçüklerin ve başlıyorlar sevdikleri yemekleri saymaya: çiğ köfte, lahmacun, makarna, pizza, hamburger derken Azimet Varbed masaları kuruyor bir yandan. İşini bitirince, Tuncay Usta’nın az evvel tazelediği çayımı alıp mutfağın çıkışındaki denize bakan masaya oturuyoruz. Şöyle bir etrafına bakıp, 1984’ten bu yana emek verdiği kampı anlatmaya başlıyor:
“Buraya başladığımda, benim kızlar daha küçüktü; ‘Bizi unuttun baba’ diyorlardı. Yetimler onlar diyordum, anlatmaya çalışıyordum. Her yaz çağırırlardı beni, ‘Senin kadar gönülden çalışanı görmedik’ derlerdi. Eskiden imkânlar da çok azdı; su yoktu. Ermeni ailelerin evlerinden su taşırdık buraya yemek için. Işıklar içinde yatsın, Şınorhk Badriark gelirdi kimseye belli etmeden. Bir gün yanıma gelip başımı okşadı, ‘başında biri var gibi çalışıyorsun’ dedi.”
19 Ocak’ta…
Tabii Agos’tan gelince, konu Hrant Dink’ten açılıyor mutlaka. Hiç bilmediğim bir şey öğreniyorum Azimet Varbed’ten:
“O gün, Hrant Dink Kalfayan’a bağış yapacaktı. Ben de parayı almaya Agos’a gittim. Çıkıp okula vardığımda vurulduğu haberini aldım. Ne bileyim, keşke daha geç gitseydim; dışarı çıkmazdı belki o saatte” diyor ve denize çeviriyor bakışlarını. “Deme öyle” diyebiliyorum sadece, onun kadar olmasa da bir şeyler düğümleniyor boğazımda. Tam o sırada Elizabet geliyor yanımıza ve futbol turnuvasını hatırlatıyor. Garo Ahpariğin yaz boyu antrenmanlarla hazırladığı bir futbol takımı var kampın. Adalı çocuklarla kaynaşmak için kimi zaman maç yapıyorlar ama bugünkü kupa maçı. Maç bitiyor, kampın takımı kazanıyor. Çok geçmeden bağrışlar duyuyoruz bahçeden; küçük erkekler uzatma verilmedi diye ağlıyor. Adalı çocuklarla kampın çocukları arasında ufak bir anlaşmazlık çıkınca, başta Oryort Tamar ve kampın genç müdür yardımcısı Rafi, olaya tatlı dil ve her zaman varlığından söz ettikleri sevgiyle müdahale ediyorlar. Bu esnada Tuncay Usta tarafları yatıştırmak için ayran getirince, yelkenler iyice suya iniyor. İster adalı, ister kamplı her çocuğun birbirine aile olduğu bu sıcak ortamı izlerken yüzümüzdeki tebessümü gizleyemiyoruz. Böylece saat sekiz oluyor, yemek vakti gelip çatıyor. Duayla başlayan yemeğimiz, Tuncay Usta’nın leziz döneri, mayriglerin pilav ve patatesleriyle taçlanıyor. Yemeğin ardından çocuklar dinlenmek için odalarına dağılırken, biz de şampiyon olan takımla bir görüşme düzenliyoruz ahparigleri eşliğinde. Televizyon odasındaki toplantıda, takım kaptanı Can durum değerlendirmesi yapıyor, “Sakattım oynayamadım’ diyor. Bunun üzerine defansta oynayan Dikran “Can biraz daha paslı oynasa iyi olurdu” diyerek takım kaptanını eleştiriyor. Erkeklerin maç muhabbeti Can, Dikran, Arev, Şahan ve Arda arasında iyice koyulaşırken biz de Garo ahparigleriyle konuşuyoruz. Garo, kampa dört yaşındayken gelmiş ve üç yıldır ahpariglik yapıyor. Başta küçükler olmak üzere banyolarından uyku saatlerine kadar ilgileniyor. Aynı zamanda Taksim Spor Kulübü’nde futbolcu olduğundan gönüllü olarak çocukları maçlara hazırlıyor. Ardından Edgar Ahparig geliyor ve sohbetimize onunla devam ediyoruz. Burada bulunma amacından bahsederken 17 yaşında olmasına rağmen belki de kampta geçirdiğimiz bu koca günü tek cümlesiyle özetliyor:
“Buranın ekmeğini yiyoruz. Yıllarca insanların gönüllü olarak bize baktığını gördüm, ben de bu yüzden buradayım.”
Kampta geçirdiğimiz bu bir gün boyunca, fotoğraflara ve cümlelere yansıyan en somut şey, şüphesiz sevgiydi. Bir aile, ancak Gazturman Gayan gibi olurdu. Sorunların, anlaşmazlıkların, kuralların ve disiplinin sevgiyle yapılandığı bir evdi burası; içindeki her nefesle üstelik.