Mali açıdan güçlü vakıfların ihtiyaç sahibi diğer vakıflara maddi yardımda bulunmasını sağlayacak ‘ortak havuz’ konusunuyla ilgili avukat Setrak Davuthan’ın yazısını paylaşıyoruz.
Mali açıdan güçlü vakıfların ihtiyaç sahibi diğer vakıflara maddi yardımda bulunmasını sağlayacak ‘ortak havuz’ konusunu Ermeni toplumu yıllardır tartışıyor, ancak toplumun geleceği açısından hayati öneme sahip bu konuda henüz bir arpa boyu yol alınmış değil. Geçtiğimiz aylarda ‘ortak havuz’un neden hayata geçirilemediğini Surp Pırgiç Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu, Karagözyan Vakfı Başkanı Dikran Gülmezgil ve Ortaköy Tarkmançats Okulu Vakfı Başkanı İskender Şahingöz’le yaptığımız söyleşilerde ele almıştık. Bu konudaki duruşu merak edilen ve girişimlerin önünü tıkayan vakıf olarak algılanan Beyoğlu Üç Horan Vakfı’ndan ise henüz yanıt alamadık. 8 Haziran tarihli Agos’ta yer verdiğimiz söyleşide, Ortaköy Vakfı Başkanı İskender Şahingöz, kamuoyu tarafından pek bilinmeyen bir ayrıntıyı paylaşmış, Ortaköy Vakfı, Karagözyan Vakfı, Surp Pırgiç Hastanesi Vakfı ve Beyoğlu Üç Horan Vakfı yöneticileri olarak 2010 yılında SEV Vakfı’nın ev sahipliğinde ‘ortak havuz’u tartışmak üzere bir araya geldiklerini ve haftalar süren toplantıların ardından bir protokol hazırlandığını söylemişti. Üstelik Ortaköy Vakfı bu protokolü Yönetim Kurulu’nun onayıyla karar defterine işleyerek resmileştirmişti. Ancak bu proje bir türlü hayata geçirilemedi. Bütçe açığı olan Sahakyan, Getronagan gibi önemli okullarımız büyük sıkıntılar çekerken, son olarak Dadyan Okulu eğitim kalitesini yükseltecek yatırımlara kaynak sağlamak için tarihi okul binası için kiralık ilanı vermişti. SEV Vakfı önderliğinde 2010’da yapılan ve toplumun geleceğini çok yakından ilgilendiren toplantılarla ilgili önemli bir tanıklık da avukat Setrak Davuthan’dan geldi. O dönemde söz konusu sözleşmenin hazırlanmasına hukuki destek veren avukat Setrak Davuthan’ın yazısını paylaşıyoruz.
Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür (insan hafızası unutkanlık hastasıdır) diye bir deyim kullanırdı eskiler. Şu anda yürürlükte olmayan eski Medeni Kanun’un 78. maddesini 1967’de değiştiren 903 Sayılı Kanun, hangi kanuna göre kurulmuş olursa olsun, bütün vakıfları safi gelirlerinin (masraflar düşüldükten sonra kalan net gelir) %5’i kadar bir meblağı teftiş ve denetleme masraflarına katılma payı olarak Vakıflar İdaresi’ne ödeme yükümlülüğü altına sokmuştu. Safi gelirin nasıl ve ne şekilde hesaplanacağı da genelgelerle düzenleme yoluna gidilmişti. Bu yönde azınlık vakıfları çeşitli alacak ve azil davalarına muhatap olmuşlardı.
Vakıflar İdaresi’nin, katılma paylarının hesaplanmasında “Vakfın amacı dışındaki harcamaları gider sayılmaz” şeklindeki dayatmasıyla bir azınlık vakfının bir diğerine yaptığı veya yapacağı nakdi bağış safi gelirin hesaplanmasında gider olarak kabul edilmediği gibi mütevelli heyeti üyelerinin sorumluluğunu doğurmakta ve katılma payının belirlenmesinde matrahın büyümesine sebep olmaktaydı.
Anlayacağınız bir vakıftan diğerine varlık aktarımı mümkün olamamaktaydı. Bugün öyle mi? Hayır. Zira 2008’de yürürlüğe giren 5737 Sayılı yeni Vakıflar Yasası bu engeli ortadan kaldırdı. Kanunun 25/2 maddesiyle, benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi yardım yapılabilmesi hüküm altına alındı. Yani engel kalktı. Azınlık vakıfları –ki baskın çoğunluğuyla benzer amaçları gütmektedirler– yekdiğerine nakdi ve ayni yardım yapabilmenin yasal zeminine kavuştular.
Bunları neden anlattık? Açıklayalım... Agos’un peş peşe yaptığı röportajlarda iki azınlık vakfı yönetim kurulu başkanının görüşlerinin kamu oyunda yasanın imkan vermediği bir algının oluşmasını engellemek için anlatıyoruz.
Patrimuanlarındaki özvarlıklarından elde ettikleri gelirlerle giderlerini karşılayamayan azınlık vakıfları zaman içinde eksiklikilerini hayırseverlerin bağışlarından ve de diğer azınlık kurumlarından kendilerine bir şekilde yapılan yardımlarla karşılamak zorunda kaldılar.
Bu durum yöneticiler arasında ve halk kesiminde, kurumların toplumun ortak varlıkları olduğu, bu nedenle elde edilen gelirlerin de ortak nitelikte olduğu ve bundan diğer kurumların da istifade etmesi gerektiği, gelirlerin kurumlar arasında paylaştırılmasının zorunlu hale geldiği gibi bir sosyal paylaşım algısı yerleşmeye ve bu ilke savunulmaya başladı.
Bundan hareketle, bilhassa gelir durumu yüksek ve müreffeh cemaat vakıflarının gelirlerinden ayrılacak değerlerle ortak bir havuzun oluşturulması görüşü ortaya atıldı.
Ancak böyle bir konuda fikir birliği ve konsensüs oluşsa bile bunun yasal altyapısının var olup olmadığı üzerinde hiç mi hiç durulmadı. Konuşulmadı bile.
‘Ortak havuz’ deyiminden anlaşılan şayet azınlık vakıflarının kendi aktiflerinden ayıracakları bir değerle, ortak havuz deyiminden beklenen amaç için kullanmak üzere bağımsız bir fon oluşturmak ise, hemen vurgulamak gerekir ki vakıfların tabi olduğu 5737 sayılı Vakıflar yasası böyle bir oluşumu gerçekleştirmeye imkân veren bir hüküm içermemektedir.
Doğrudur, röportajlardan birinde bahsedildiği gibi, yasanın neşrinden sonra SEV Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hayk Arslanyan, şahsıma müracaatla, ortak havuz oluşturmak için bir yönetmelik hazırlanması talebinde bulunmuştu. Böyle bir oluşuma yasanın imkân vermediğini ancak yasanın 25/2 maddesi uyarınca benzer amaçlı dernek ve vakıflar arası yapılması imkan dahiline giren ayni ve nakdi yardımın hakça, adilane ve orantılı bir şekilde dağıtılması, hangi hallerde ve hangi şekil ve şartlarla bu yardıma müstahak olacak ihtiyaçlı vakıfların belirlenebileceğini gösteren, bu organizasyonu yapacak yönetim kadrosunun demokratik yöntemle iş başına getirilmesi gibi hükümleri içeren bir düzenleme yapılmasının mümkün olabileceği yolundaki önerim üzerine, bazı azınlık vakıfları temsilcilerinin katılımıyla çalışmalara başlandı. Taslaklar hazırlandı. Sayın Krikor Döşemeciyan’ın da taslakların hazırlanmasında yadsınamayacak katkıları ve diğer katılımcıların da önermeleriyle bir düzenleme metni hazırlandı. Çekirdek metin, diğer azınlık vakıflarına da katılma yoluyla taraf olmalarını sağlayacak ve tarafları bağlayacak bir sözleşme hükmündeydi.
Yapılan çalışmalara bırakın katılmayı, hazırlanan metni okumadan ve içeriği hakkında bilgi sahibi olmadan, sığ ve kaba bir muhalefet gösteren Üç Horan Vakfı’ndan Avukat Simon Çekem gibi vakıf temsilcileri oldu. Kendisi zaten ilk toplantıdan sonra bir daha katılım göstermedi.
Ancak yapılan çalışma ürünü, ortak bir havuz teşkiline yönelik olmayıp, sadece yardımın miktarı, şekli zamanı gibi hususları kapsayan ve bu doğrultuda yardım akışını disipline edecek, yardımı yapacakların ve yardımı kabul edeceklerin taahhüdünü içeren bir düzenlemeydi.
Ne yazık ki akamete uğradı. Neden mi? Kanımca yasanın getirdiği paylaşma iklimine alışamamak, yardımın ne şekilde yapılacağına dair düzenlemenin kurumda bulunan yetki ve erkin sınırlandırılacağından kaygı duymak ve kendini mensup olduğu toplumu oluşturan bütünün ayrılmaz bir parçası olarak telakki edememek, başlıca sebeplerdi.