Uzun bir bayram tatili yaptık. Şehirde yaşayanların büyük bir kısmı kaçtı, dönüşleri her yılki gibi eksilerek oldu. Sayısı belli değil, bizde hiçbir sayı kesin olmaz. Bu yıl her yılkinden azmış, bir tek o kesin. Malum trafik canavarı yine birkaç can almadan duramadı. Öyledir o, sinsice pusuda bekler, durup dururken saldırır, löp diye yutar. Suriyeli potansiyel vatandaşlarımız da ülkelerine tatile gittiler (demek gidecek yerleri var) bi tek onlar büyük bir ihtimalle artarak dönmüşlerdir. Orada kalan eş dost varsa toplayıp getirmişlerdir. Öyle ya, burada vergi yok, benim üç kuruşluk emekli maaşımdan kesilen maaş var, okullar beleş, sınav mınav yok. Neden gelmesinler? Sayıyı yine bilemeyiz tabii. Neyse uzatmayayım, gene yanlış anlaşılır şimdi, bir kere öyle olmuştu, bana “Irkçılık yapıyorsun” dedilerdi. Ben? Ermeni olarak? Irkçılık yapacağım? Güldüm tabii. Zaten konum bu değil, hem ilginç de değil, her gün herkesin dilinde.
Ben bu bayram tatilinde, kardeşimin kışkırtmasıyla, İstanbul’u turist gibi gezdim ve doğup büyüdüğüm şehre artık ne kadar yabancı kaldığımı fark ettim. Emekli için genel tatiller bir şey ifade etmez aslında, istediği zaman istediği yere gidebilir, tabii tuzu da kuruysa… Şimdi bu ‘kuru tuz’ meselesini hiç deşmeden geçip sadede geliyorum. Ben, yapı olarak biraz ev kedisiyim, günlerce burnumu bile dışarı çıkarmadan evimde oturabilirim, pek çok meşguliyetim vardır, hiç sıkılmam, tek derdim etrafımdaki gürültü olur. Bayram tatili sayesinde bizim oralar epey sessizdi ya, yayılıp eski günlere nostalji yapmaktı niyetim. Ama öyle olmadı, her fırsatta İstanbul’u dolaşmayı pek seven kardeşim, bu kez beni de ayarttı. Zaten nicedir, gençlikte hatta çocuklukta gezdiğimiz müzeleri falan bir de bu yaşta göresim vardı, sıkça konuşuyorduk bunu, klasikleri de baştan okumak ve o yaşımdaki etkilerini bu yaşımdakilerle kıyaslamak gibi bir arzum da var.
İlk gün Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Canım devletim sağ olsun biz yaştakilere müzelere giriş ve toplu ulaşım taşıtları kolaylığı da sağlamış nasılsa. Eee maaşımdan kesip çakma vatandaşlara geçim sağlıyor ya bunlara da vicdan yapıyor zahir. Taksim’i geçtikten sonrası tıklım tıkıştı. Millet çoluk çocuk sokaklara dökülmüş, hiçbiri İstanbulluya benzemiyor. Kalabalığın bir kısmı adlarını bir türlü öğrenemediğim yeni İstanbul semtleri sakinleri, bir kısmı da turist. Nasıl turist? Bir takım IŞİD kılıklı adamlar, gözleri bile görünmeyen kapkara paketlere sarılmış kadınlar ve toplu taşıma araçlarında yayılıp oturan hatta yatan, burnunu karıştırıp sümüğünü oraya buraya süren, ayakta duranları tekmeleyen biiir sürü çocuk. Ve öyle alışık ki herkes birbirine, bizi turist sanıyorlar, her gittiğimiz yerde İngilizce konuşmaya çalışıyorlardı.
Ülkemizde, turist gördü mü aklında kalan ortaokul İngilizcesiyle ısrarla konuşmaya meraklı tipler vardır ya onlardan biriyle metroda karşılaştık. Çok güldüm, anlatmasam olmaz. Biz karşılıklı oturuyorduk, benim yanımda saç sakal karışmış, sırtında kameralar iri kıyım bir adam vardı. Belli; gerçek turist. Kardeşimin yanında da temiz pak, pembe gömlekli güleç bir adam. Aniden turiste “Ar yu İngiliş?” diye sordu. Adam “Çek republik” diye cevap verdi. Bizimki gülümsedi ama anlamadı. Tekrar sordu, aynı cevabı aldı. Dayanamadım “Çekoslovakya” dedim. Bu kez “Sipik İngiliş?” dedi, meğer ilk sormak istediği buymuş, adam “Yes” deyince “İstanbul gut” dedi. Sonrası müthiş; “Vat is yor neym?” “Peter. Yours?” cevap; “Vat is Mustafa.” Nasıl? Yer boşaldı, kalktım oraya gittim. Arap turistler ise genelde başka dil bilmiyorlar, etraflarına “Mecbursunuz, öğreneceksiniz” muamelesi yapıyorlar. Neyse müzelere gelelim.
Yazık ki Arkeoloji Müzesi’nin en ilginç kısımları yine onarımdaydı. Kalan kısımları öyle bir didik didik ettik ki, ev kedisi ben iyice tıknefes oldum. Merdiven, yokuş filan… Müzede gördüklerimi anlatmak gereksiz ama camekân içinde teşhir edilen isimsiz kemikler ve Gülhane yokuşu boyunca iki yana dizilmiş, yorulanların bank gibi kullandıkları hatta içlerine çöp attıkları isimsiz lahitler etkiledi beni. Kim bilir kimdiler… Girişteki bir lahtin Balyanlardan birine ait olduğunu da sonradan öğrendim.
Ertesi gün Topkapı Sarayı. Tıklım tıklım. Ama oranın da en ilginç yerleri mesela hazine dairesi onarımdaydı ve kapalıydı. 40 yıldır bitmez. İki genç kızla bir görevlinin konuşması ilginç; “Hürrem’in dairesi nerde?” sinirli; “Öyle bir daire yok” şaşkın; “Aaa yalan mı söylüyorlar ayol?” daha sinirli; “Yalan söylemiyorlar film yapıyorlar.” Çokça merak edilen başka bir yer de Hamam. Eh dizide cinayetler falan işlendi ya orada. Valla bu dizi Topkapı Müzesi’ne ilgiyi arttırdı.
Bitmedi tabii ama yerim bitti. Söz, haftaya anlatacağım. Anlatmalıyım.