Almanya parlamentosu soykırımla ilgili kararına karşı çıkan sayın Cumhurbaşkanı kanla ilgili birkaç cümle kullanması tepkilere neden oldu. Şu tür şeyler söylemiş: “Şimdi oradan çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, Alman parlamentosuna sunuyor. Neymiş? Birileri de diyor ki, güya Türk… Ne Türk’ü be? Bunların kanlarının laboratuar testinden geçmesi lazım. Onun kanının öyle olması, böyle olması bizi ilgilendirmiyor.”
Eleştirilerin büyük bir kesimi milli/etnik kimliği kan ile belirlenmesi. Bunda ırkçılık görmüşler. Tabii ki öyle. Ama sorun hem daha geniş, hem aslında ırkçılığın dışında bambaşka bir alanda. Daha geniş derken milli/etnik kimliğin ırkçılıkla ilişkisi tarih içinde dolaylı olarak hep var olmuştur demek istiyorum. Milli kimlik söz konusu olunca, milliyetçi ideolojiye (paradigmaya) göre, “yüzyıllar içinde devamlılık” ve “öteki milletlerden farklılık” anlaşılıyor. Milliliği, sürekli değişen, başka milletlerle iç içe geçmiş, sınırları geçişken ve belirsiz bir toplumsal olgu olarak düşünülemiyor; ille de özellik ve devamlılık olacak.
Sorun da işte bu “devamlılıkta” ve “farklılıkta” yatıyor! Nedir bunları sağlayan? Mecburen bir “değişmez” bulmamız gerekiyor. Malum, bu değişmez, zaman zaman kan, gen, DNA, dilimiz, geleneklerimiz, kültürümüz olmuştur ve olmaktadır Bu kabulden sonra ırkçılık göndermesi söylemimize bir yerden sızacaktır. “Değişmeyen” bir şey varsa ve bu her millet için ayrıysa, o zaman değişmeyen milletlerin ebedi bir sınıflandırılması da yapılabilir. Ve bütün milliyetçiler de zaten bunu yapmakta. Dikkat ederseniz, bu sınıflamalarda “biz” yukarılarda bir yerlerde, “ötekiler” daha aşağılardadır. Bendeniz, halkları ebedi (değişmez) bir sıralamaya koyup “bizi” başa almaya ırkçılık diyorum; bilmem bana katılır mısınız? Irkçılık bu değilse başka ne olabilir ki?
Asıl sorun
Bu yüzden kan göndermesi bana pek şaşırtıcı gelmedi. Bu tür millet tanımları ve açıklamaları toplum içinde çok yaygın. Kanımıza işledi diyebiliriz! Kandan söz etmeyip “bunların kültüründen, inancından şüphe ediyorum, dillerini vb. testten geçirelim” denseydi daha mı iyi olacaktı? Sorun olmayacak mıydı? Demek istediğim, meselenin “birliği” ve “milleti” neye göre belirlediğimiz değildir, asıl sorun milleti oluşturan kişilerden ne beklendiğidir; devletle vatandaş arasındaki ilişkidir. “Türk” dediğimiz bir kimsenin davranış kodlarının kimler tarafından belirleneceğidir. Görevleri, mecburiyetleri, yasakları kim nasıl belirliyor? Kısacası mesele vatandaşın ve herhangi bir insanın özgürlüğüdür.
Almanya’daki Türkler veya Türk kökenli kimseler dendiğinde, anlaşılıyor ki, milli bir beklenti de söz konusu oluyor. İşte giydirilen deli gömleği budur. “Türk” sayılıyorsanız veya sayılmak istiyorsanız, toplumdan dışlanmak ve ötekileştirilmek istemiyorsanız “Türk gibi” de davranmanız gerekiyor – yukarıdaki anlayışa göre. Peki, bu (Türk) davranış şartnamesini kim, nasıl hazırlıyor? İşte sorun da bu noktadadır. Çağdaş insan hakları anlayışına göre böyle bir şartname yoktur. İsteyen, istediğini, istediği yerde ve zamanda, istediği biçimde dile getirir. Bu ilkeye “millilik” adına sınırlama getirmek baskıcı yoldur. (Birileri çıkıp eleştiri hakkından söz edilmesin lütfen; eleştiri hakkı “hainlik” suçlaması yapmayı, eşit vatandaşlık hakkını yok saymayı ve herkesi hizaya getirmeyi içermez.)
Demokrasiden söz etmek abes. Son yıllarda egemen anlayıştan kendimi o kadar uzak hissediyorum ki! Bu satırları yazarken aslında utanç duyuyorum. Bu yazdıklarımı ana okulundan minik çocuklara öğretmemiz gerekirdi. Oysa tartışmayı devletin en tepesindekiyle yapıyoruz. Treni kaçırmışız; ve bir sonraki treni beklemek için şahsen benim yaşım tutmuyor.
Dünyaya verilen mesaj
Angela Merkel, 1915 olaylarının Alman parlamentosunda soykırım olarak tanınmasının ardından Türkiye'den gelen açıklamalarla ilgili olarak, "Türk asıllı Alman vekillere yönelik hakaretleri anlamak mümkün değil" demiş. Anlamıştır maalesef! Ama ne desin? Görüşünü açıkça söylediğinde ip kopacak! Merkel gibi beni de zor durumda bırakan, anlama alanındaki zorluk değil, aklı başında olan hemen herkes durumu görüyor. Durumu saklamaya gerek duyan da kalmamış, maalesef! Zorluk çözüm önerme alanındadır.
Temel özgürlüklerin ve insan haklarının pratikte uygulanması için, daha önce atılması gereken adımlar ve benimsenmesi gereken ilkeler var. Ondan sonra bunların topluma benimsetilmesi, günlük alışkanlıklara dönüştürülmesi gerekiyor. Anaokullara, ilkokullara da bu yolda görevler düşüyor. Türkiye bu aşamaların neresindedir? İşte Türkiye’den çıkan mesajlarla Merkel’e (ve dünyaya) bu alanda bilgi verilmiş oluyor.
“Bizde böyle!” diyor gibiyiz. Biz tek yumruk (el ele değil, ille de “yumruk” olacak), tek görüş, tek hedef ve tabii tek lider aşamasındayız. Tekliğin referansı kan olmuş, başka bir şey olmuş, ne fark eder! Onun için bana koyan kan olmamıştır. Beni çok rahatsız eden, bir koroya katılma beklentisi, gereği ve tehdididir. Bu korkutucudur. Çünkü insan koro dışında kalınca kanı bozuk, sütü bozuk, öteki ve hain oluveriyor. Hainin sonunu da biliyoruz, bir meczubun takdirine kalmış. İnsanı kaldırıma seriverir.
*