Ermeniler, üç bin yıldan daha eskilere uzanan tarihleri içinde, uluslaşma sürecini, bir arada yaşadıkları halklardan, Türklerden, Kürtlerden, Lazlardan veya Süryanilerden yaklaşık iki asır önce tamamladılar. Türkler ‘sentetik’ bir ulus oluşturma çabalarında tüm baskı mekanizmalarını denedikleri halde başarılı olamadılar. Ortak coğrafyada ortak gelecek inşası yerine inkâr ve asimilasyonla ‘Türk ulusu’ oluşturma dayatması, büyük mesafeler kat etse de, ülkeyi halklar ve kültürler mezarlığına çevirse de, son değerlendirmede başarısız bir proje olarak kaldı. Ermenilerin 19. yüzyılın ilk çeyreğinde dilin dönüşümü, eğitim seferberliği, edebiyat ve sanatta uyanış hareketi, siyasi aklın örgütlenmesi gibi unsurlarla oluşturmaya başladığı ulusal bilinç, Türklerde kıyıcı, şoven bir milliyetçilik ve bayrak tapıcılığıyla sınırlı kaldı.
Kürtler, bünyelerindeki dinci, bağnaz gericiliğe karşı 20. yüzyılın son çeyreğinde, Ermeni modeline paralel bir ulus bilinci inşa etmeye başladılar. Bu paralelliğin ipuçlarını, bağımsız devlet ülküsünden önce ulusal edebiyat oluşturma çabalarında görebiliriz. Diyarbekir’de Kurdî DER çatısı altında yan yana gelen yazar, çizer, öğretmen ve aydınların üç gün boyunca Kürt dili için yeni terimler üretme çabası uluslaşma sürecinde son derece önemli. Uluslaşmanın en temel şartlarından biri, ulusal dilin inşasıdır zira.
Nikolas Marr’ın Aras Yayıncılık etiketiyle yayımlanan ‘Lazistan’a Yolculuk’ adlı kitabı, bu satırların yazılmasına yol açtı. Ünlü dilbilimcinin günümüzden yüz yıl kadar önce Doğu Karadeniz kıyılarında yaptığı akademik dilbilim çalışmaları, bugünü açıklayan ipuçlarıyla dolu. Lazların, mollaların ısrarlı inkârcı söylemleri sonucu, sadece üç yüz yıllık bir geçmişleri olduğuna inandırıldığını aktaran Marr, Lazcanın da bilinçli olarak kullanılmadığını, unutturulmaya çalışıldığını söylüyor. Aslında üç yüz yıllık tarih, Doğu Karadeniz’de Osmanlı’nın zorla İslamlaştırma siyasetinin tarihi. Hemşin Ermenilerinin Müslümanlaşması da aynı döneme rastlar. Şüphe yok ki Doğu Karadeniz coğrafyasında Müslümanlaşma ve Türkleşme Lazlar, Hemşinliler, Gürcüler, Pontuslular ve diğer gruplar için birbirini tamamlayan kimlik öğeleri oldular.
Türkiye coğrafyası 19. yüzyılın ikinci yarısında anavatanlarını terk edip ‘halifenin ülkesi’ne sığınan Kuzey Kafkasya halkları için de, içerisinde eriyecekleri bir pota işlevi gördü. Adıgeler, Abhazlar, Kabartaylar anadillerinden, geleneksel isimlerinden gönüllü olarak uzaklaştılar. Türkleşmek tüm Müslüman halklar için düzene entegre olmanın ön şartı olarak algılandı.
Türk ulus kimliğinin inşasını öngören devlet politikasının yanı sıra, toplumsal hayatın köyden kente doğru şekillenmesi de, halkların çözülme ve asimile olma sürecini hızlandıran bir etken oldu. Günümüzde Türkiye nüfusunun yüzde 93’ü kent ve kasabalarda yaşamakta.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakanlığı döneminde yaptığı bir konuşmada, ülkede 35 etnik veya dinsel grubun varlığından söz etmişti.
Ancak yukardaki satırlarda söylendiği gibi, halklar, etnik tanımlarıyla tarihteki varlıkları ne denli eskilere uzanırsa uzansın, ‘ulus’ olarak tanımlanmak için belli özelliklere, özellikle ulusal bilince sahip olmak zorundalar. ‘Aşiret’ kavramını aşan bir ulus bilincinden söz ediyoruz. Bireysel, ailesel, soya ve aşirete ait değerlerin içinde ifade bulacağı, kapsayıcı bir ulus anlayışı, şüphesiz ki değerlidir. Ancak bu anlayışı kutsallaştıran, bayraklaştıran ulusalcı, milliyetçi ideoloji de bir o kadar değersizdir.
Allah beşeri uygarlığımızı, kendi kişisel yetersizliğini ulusu veya milliyetiyle tahkim etmeye çalışan Ermeni, Türk, Kürt vs. zavallılardan korusun.