BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Çok yüreğim daraldı artık

“Şu Amerika denen yeri görmeden ölmeyeyim bari” diyerek gittim döndüm ya memlekete, dönüşün etkisi tokat gibi oldu tabii, korktuğum da buydu zaten. İlk günden, ne o en çok imrendiğim, âdeta kıskandığım huzur kaldı, ne de “Şunu yetiştirmeliyim, bunu takip etmeliyim” derdi olmadan, resmen pohpohlanarak yayılabilme keyfi. Pohpohlanma kısmını ayrı tutuyorum doğal olarak, ne de olsa misafirdim, büyükleriydim ve yılların özlemi vardı, itibar ettiler ama huzur kısmını ölene kadar kıskançlıkla anmaya devam edeceğim herhalde. 

Ne yapsam? O tokat gibi çarpan, yürek daraltıcı memleket meselelerini azıcık ötelesem de biraz daha mı oralardan söz etsem? Keşke bir süre hiçbir şey okumasaydım, haber falan da izlemeseydim. Eh, bombalara, ölümlere, çocuk tacizi bolluğuna (sahi, neden bu kadar çoğaldı acaba?) 24 Nisan’ın ve hemen ertesindeki 1 Mayıs’ın ve de yaklaşmakta olan Anneler Günü şişirmelerinin verdiği gerginlik de eklenince, ağır ağır kaçınılmaz bir olumsuzluk sardı her yanımı. ‘Anneler Günü’nü de diğer gerginliklerle nasıl bir tutarım, değil mi? Tutarım, hele anneniz ölsün de, sırf hediye satışı olsun diye TV’yi her açtığınızda, her yaşta insan sesi “Anne!” diye seslensin de, bakın neler hissediliyor... Kesiyorum, nasılsa yazarım daha, çünkü biteceği yok, gerçekten yüreğim daralıyor.

Orada olduğum süre boyunca, önüme gelene, hafiften dalga geçerek “Siz Jim Carry’nin oynadığı ‘Truman Show’ filmini izlediniz mi?” diye soruyordum, zira kaldığım Northridge bölgesi tıpkı o filmdeki sanal kasabaya benziyordu. Evinin önüne çıkıyorsun, yandaki komşu kadın başında hasır şapkasıyla, çiçeklerini sularken, gülümseyerek “Good morniiing” diyor. Sokaklarda in cin yok, herkes erkenden atlamış arabasına, işine gitmiş. Evlerde kalanlar ve bahçesiyle uğraşanlar, emekliler ya da geçim derdi olmayan hanımlar.

Etrafta kuş sesinden başka ses yok, adamların köpekleri bile havlamıyor. O sessizlikte insan, eğer tuzu da kuruysa, ki pek gerek de yok, zira gelecek endişesi yok, şiir yazar, kitap yazar. Sürekli uykusuzluktan yakınan, yatağından başka her yeri yadırgayan, çocukluğundan beri kimsenin evinde kalmayan ben, tek bir gece bile uykusuzluk çekmedim. Hem de 23.30’da yatıp deliksiz uyuyor, 8.30’da gayet zinde uyanıyordum. Demek esas derdim gürültüymüş benim... Arabalar dedim ya (mesafeler yüzünden onlarsız yaşamak mümkün değil), eğer şehir merkezinde değilsen, ortalıkta görünmüyorlar. Niye? Çünkü her evin garajı var, hepsi de kapalı. Şehir merkezinde de zaten kaldırım kenarında park etmiş tek bir araba yok. Oralarda trafikten yakınanlara “şımarık” diyesim geliyordu, İstanbul trafiğini görselerdi dudakları uçuklardı herhalde.

Doğrusu, benim gördüğüm kısmıyla memleket güzel. Yaşam koşulları insanca, mesela 35 yılda yalnızca iki kez elektrik kesilmiş. İnsanın insan gibi yaşayabilmesi için ne gerekiyorsa var. Hem de bencilce var. Dünyanın kalan kısmı onları hiç ilgilendirmiyor, zaten pek bilgileri de yok. Bizim Ermeniler, mümkün olduğunca bir arada ve irtibatlı olmaya, alışkanlıklarından ödün vermemeye çalışıyorlar, sosyal medya sayesinde burada olup biteni izliyor, nostalji, özlem, merak, endişe gibi şeyler hissediyorlar. Amerikalılar içinse zaten dünyada bir tek Amerika var, geri kalanı batsa da olur.

Gelelim sorulması kaçınılmaz soruya: Ben orada yaşayabilir miydim? Valla, çok genç yaşta gitmiş olsaydım, ben de o çarkın içinde olacağımdan, belki; ama bu yaşımla, bu kafamla, hayır. Aslında ben, evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa, köşesinden vazgeçemeyen bir ev kedisi gibiyim. Gezip dönmek başka, kopup gitmek başka... Ha, bu yaşımda kopup gitmek zorunda bırakılırsam ne yaparım? “Bu da nereden geldi şimdi aklına?” demeyin, bu ülkede yaşayan her Ermeni’nin aklına zaman zaman gelir bu düşünce. Yıllar önce gidip gördüğüm ve olumsuz duygularımı, olumlularla eşit samimiyetle yazdığım kitap yüzünden beni yerden yere vuranlar inanmayacaklar ama, Ermenistan’a giderdim.

O kitabın her bir olumsuz cümlesini cımbızlayıp, hâlâ hatırladığımda gözlerimi yaşartan bölümlerini görmezden gelenler şaşıracaklar ama evet, Ermenistan’a giderdim. O yıllarda beni en iyi anlayan sevgili Karin Karakaşlı ve sevgili Rober Haddeciyan’ın yazılarında, bir ‘tekrar gittiğimde bazı duygularımın değişebileceği’ iması vardı. Eh, evet, öyle oluyor. Hem orası o günkü gibi kalmıyor, hem sen kanıksıyorsun. İlk gidişimde dışlanmış, ikincisinde kucaklanmış hissettiğimi ve kucaktayken kaskatı olunamayacağını da söylemiştim sanırım. Hımmm, galiba benim bir Ermenistan kitabı daha yazmamın sırası geldi. Hoşgörün dostlar, o yürek daralmasını evirip çevirip buralara nasıl bağladığımı ben de anlayamadım valla...