Mardin’de basma kalıp eserleriyle tanınan Süryani Nasra Şımmes, 92 yaşında hayatını kaybetti. Gazetemizin 28 Eylül 2012 tarihli nüshasında Serdar Korucu imzasıyla yayınlanan röportajı kısaltarak tekrar yayınlıyoruz.
Mardin'de kilise perdelerinden başlayıp babasından öğrendiği sanatla şehirdeki “basma kalıp” tekniğini devam ettiren tek kişi olan Süryani Nasra Şımmes, bu sabah saatlerinde hayatını kaybetti. 92 ölen Nasra Şımmes’ın yaptığı boyama eserleri sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanındaki Süryani Ortodoks Kiliselerinde kullanılıyor.
Nasra Şimmes kimdir?
1924’te Mardin’de doğan Nasra Şimmes, basma kalıp sanatını babasından devraldı. Doğduğundan beri hiç terk etmediği Mardin'deki taş ev, hem atölyesi, hem de yaşam alanı oldu. Beş çocuğunun İsveç, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Mardin ve İstanbul'da yaşamasına rağmen Mardin'den ayrılmayan Şimmes, babasından kalma ahşap kalıplarla, 50 yıldır hiç değiştirmediği fırçalar ve kök boyalarla patiska bezlere motifler çizip, boyuyor. Şimmes, İncil'den tasvirlerle süslü rengarenk soyut desenler, kilise perdesi, masa örtüsü, duvar süsü olarak basmacılığı bir Süryani geleneği olarak bugüne kadar yaşatmayı başarmıştı.
2012 Mardin Bienali’nde de eserleri sergilenen Nasra Şımmes’le gazetemizin 28 Eylül 2012 tarihli nüshasında Serdar Korucu imzasıyla yayınlanan röportajı kısaltarak tekrar yayınlıyoruz.
‘Bilmiyorlar mı bize yapılanları?’
2. Mardin Bienali’nin ana teması “İkinci Bakış”… Bbienale katılanlardan bir sanatçı da en az etkinliğin kendisi kadar dikkat çekici. Mardinlilerin “Nasra Teyze” olarak andıkları Nasra Şimmes.
Nasra Teyze tek başına bir ekol aslında. Kilise perdelerinden başlayıp babasından öğrendiği sanatla Mardin’deki “basma kalıp” tekniğini devam ettiriyor. Ahşap kalıpların hepsi babasının el yapımı. Yaklaşık 150 yıllık. Yıllardır değiştirmediği fırçaları da her daim masasının üzerinde.
Yaptıkları sadece yaşadığı şehriyle sınırlı değil Nasra Teyze’nin. Dünyanın dört bir yanındaki Süryani Ortodoks Kilisesinde eserleri mevcut. Bölgeye gelen turistler onun bir eserini almadan geri dönmüyor. Ne de olsa Nasra Teyze’den sonra bu sanatı devam ettirecek fazla takipçisi yok. Ama tanıyanı çok.
Her sorunun yanıtının geçmişindeki acılarında saklı olduğunu iyi biliyor Nasra Teyze. Babasının Mustafa Kemal’e verdiği hediye değil benim merak ettiğim. Bu nedenle basmakalıp sözlere takılıp kalmaktansa, çoğunlukla susmayı yeğliyor. Basma kalıplarına veriyor kendini. Mesih’i, son akşam yemeğini, Havarileri çiziyor sürekli. Halbuki onun bu derin sessizliği o kadar çok şeyi anlatıyor ki! Şehrin kendisi gibi o da belli ki kefesinde mutluluktan çok acıyı taşıyor.
Mesih karşısında suskunluk
İlk olarak dünkü Mardin ile bugünkü arasındaki farkı soruyorum Nasra Teyze’ye. Ne de olsa 90’a yakın yaşı ile bu topraklardaki demografik değişimin canlı tanıklarından biri kendisi. “Bugün çok daha güzel” diyor Mardin için ama hemen ardından ekliyor, “Önceden kötüydü, üzerimizde baskı vardı. Bugün kimse bizi rahatsız etmiyor.”
“Sizin hatırlamadığınız babanızın dönemindeki Mardin ile bugünkü arasındaki fark nedir?” dediğimdeyse önce suskunlaşıyor. Kendini veriyor Mesih’i resmetmeye. Ardından başını hafifçe kaldırıp torununa dönüyor: “Bilmiyorlar mı bize yapılanları?”
Tekrar yüzünü Mesih’e döndürüp başlıyor geçmiş günleri anlatmaya: “Tüm Mardin Süryaniydi o zamanlar. Birkaç ev Müslümanlara aitti sadece. Bu nedenle herkesin pek çok kilisesi, papazı vardı. Ama her şey Ermeni sevkıyatı ile değişti. Herkes bir yerlere kaçmaya başladı.”
Nasra teyzenin "sevkıyatı"
Tehcir, katliam, soykırım, büyük felaket.. Nasra Teyze 1915’te yaşananı “sevkıyat” olarak niteliyor Arapça kullanımındaki gibi. O dönemde yaşananları sormaya kalkıyorum, babasının anlattığı hikâyeleri dinlemek istiyorum ama nafile. Torunu giriyor araya, “Hikâyeleri var ama anlatacağını sanmam” diyor. Yine de diretiyorum. Bu kez Nasra Teyze’den açık yanıt geliyor: “Yok anlatmayacağım. Ben görmedim öyle şeyleri. Her şey ortada zaten. Bilinen şeyler bunlar…”
Neden bu kadar hassas olduğunu anlıyorum elbet. Ne de olsa 1915 sadece Ermeniler için değil, Süryaniler için de bir yok oluşun miladı. Bu dönemde geniş ailesi, akrabaları parçalanmaya başlıyor. Erkek kardeşi 3 aylık yolculukla Brezilya’ya gidiyor. Bazısı ABD’ye taşınıyor, bazısı kutsal şehir Kudüs’te, bazısıysa sadece sınırı geçip Suriye’de buluyor özgürlüğü. Süryani Ortodoks Patrikhanesi’nin de mecbur kaldığı gibi…
Ama o akrabalarının boşaltmak zorunda kaldıkları evlere baka baka genişletmiş ailesini. Kim bilir belki çocukları bir gün onların boşluğunu doldurur diye. Anıları canlanıyormuş sokaklardan her geçişinde. Kiliseye giden yoldaki tüm evleri “Bu halamın, bu amcamın eviydi” diye tarif ediyormuş torunlarına. Hislerini şöyle ifade ediyor torunu: “Hepimiz bu burukluğu yaşıyoruz. Kimse gitmese her yerde Süryaniler olacaktı. Ama yine de iyiyiz.”
Bu aile Mardin’de yaşamak için mücadele etmiş. Özellikle de Nasra Teyze. Anne -babası gibi inat etmiş bu topraklarda kalmaya. Hepsini tek tek ziyaret etmesine rağmen ne ABD’ye, ne İsveç’e gitmiş. Tüm tanıdıkları ona “Burada kal” dese de “Yerimiz güzel, asla burayı bırakmam. Ben toprağımda kalacağım. Burada doğdum, burada öleceğim” demiş.
‘Türküz Allah'a şükür’
En sonunda eve ilk girdiğim andan itibaren aklıma takılan o soruyu soruyorum kendisine: Neden Mardin’de caddenin üzerinde bir tek onun evinin önünde ay-yıldız var?
İlk olarak torunu yanıtlıyor soruyu. “O tercih meselesi herhalde. Biz her zaman devletimize, ülkemize sahip çıkıyoruz. Türküz Allah’a şükür.” Ardından soruyu Arapçaya çevirip Nasra Teyze’ye yönelttiğinde ilk kez bu kadar hızlı yanıt alıyorum: “Babamdan kalan bir ay – yıldız bu. Biz Türk’üz. O çoktandır kapıda var. Biz bayrağımızın sembolünü taşıyoruz. Çünkü biz bayrak altında yaşıyoruz.”