HERKÜL MİLLAS

Herkül Millas

ALGI(LA)MAK

Rejimin adı

Yakın zamandaki siyasi gelişmelerin ışığında Türkiye’nin rejimi konusunda çok çeşitli şeyler söyleniyor. Kimilerine göre her şey normal. Yeni Türkiye ekonomik olarak gelişiyor, siyaset dünyası çoğulcu demokratik bir öze kavuşuyor, sorunlar bir bir çözülüyor. Özellikle hukuk alanındaki vesayet yani ‘paralel yapı’ kontrol altına alınıyor, ekarte ediliyor. Teröre karşı başarılı bir mücadele sürdürülüyor. Hâlâ bazı sıkıntılar olsa da, seçilen yön ve kat edilen mesafe umut verici. Kısacası, demokratik bir sistemin gereklilikleri eksiksiz olarak uygulanıyor. 

Başka yorumcular ise, tersine, genel durumu hemen hemen bütünüyle farklı bir şekilde yorumluyor. Onlara göre hem Kürtlere, hem de iktidara muhalif olanlara karşı baskı uygulanıyor, hukuk araçlaştırılıyor, ekonomi kriz sinyalleri veriyor, özgürlükler kısıtlanıyor, bu yönde kayyumlu uygulamalar yaşanıyor. Rejimin adı konusunda iç açıcı olmayan isimler/nitelemeler öneriliyor: Otoriter demokrasi, parlamenter diktatörlük, totaliter...

Tabii, ülkeyle ilgili bu nitelemeler ve yorumlar, genel değerlendirmelerin sonucunda ortaya çıkıyor. Bu ‘genel durum’, bana eskiden okuduğum, istatistiklerle ilgili bir olayı hatırlattı. Bir Doğu Avrupa ülkesinde halkın ihtiyaçlarını karşılamak için yüzlerce bina inşa edilecekti. Kamuoyu yoklamalarıyla, halkın ne tür daire istedikleri araştırılmış. Genel olarak iki yatak odalı daire istendiği ortaya çıkmış ama inşaat bitince dairelere talebin olmadığı görülmüş. Bu şaşırtıcı duruma bir anlam vermek için istatistiklere daha yakından bakmışlar. Meğer, talep bir yatak odalı ve üç yatak odalı dairelere imiş. Ortalaması alınınca, ‘genel olarak’ iki oda çıkmış!

Türkiye’nin genel durumu sanırım böyle bir durum. Kutuplaşmış olan bir toplum söz konusu olunca, ‘ortalama’ diye bir şeyin anlamı kalmıyor. Halkın bir kesimi çok güzel bir ülkede, başka birileri çok kötü bir ülkede yaşıyor duygusu içinde olabilir. Analiz yapanlar bu yüzden tereddütlü davranıyorlar. Ülke hakkında kesin bir şey söyleyemiyorlar. Olaya siyah-beyaz olarak yaklaşanlar da yetersiz kalıyor. Ne deseniz, farklı bir örnek sunmak her zaman olanaklı. Kötü dense iyi bir örnek, iyi dense kötü bir örnek göstermek hep olanaklı. Aslında ‘ortalama’ diye somut bir durum yok. İki düzen var gibi.

İktidardan yana olanın, özgürlüklerinin kısıtlanması diye bir sorunu yok. İstediğini söylüyor, yazıyor, yayımlıyor ve yayıyor. İfade özgürlüğü tam olarak sağlanmış. Hatta görüşlerinin geniş çevrelerce duyulması için olanaklar da sağlanıyor. Yasak ve sansür söz konusu değil. Ekonomik olarak da sorun yaşamıyor. İşine karışan, engel çıkaran olmuyor. Dolayısıyla, iyimserler sınıfında. İş alanları ona açık. İktidarla barışık olduğu için mahkemelerin kapılarında sürünmüyor. Kendini güvende hissediyor. Gelecekle ilgili beklentileri hep iyimser. Böyle insanlara göre ülke çok hoş, her şey yolunda.

Başka bir kesim çok farklı bir durumda. Hain ve düşman sayılıyor. Mahkeme kararıyla böyle oldukları kesinleşmiş kimselerden söz etmiyorum, haklarında bir yargı hükmü olmamakla birlikte öyle sayılanları kastediyorum. Bu insanlar genellikle iktidara karşı olanlar. Haklarındaki suçlamalar yüzünden kimileri tutuklu, kimileri mahkemelerde sürünüyor. İş yerleri kapandığından, işsiz olanları var. Memur statüsünde olanlar, ceza olarak başka yerlere sürülüyor. Bu insanlara sorarsak, ekonomik durumlarının gittikçe kötüye gittiğini söyleyeceklerdir. İfade özgürlükleri çeşitli yöntemlerle kısıtlanıyor; kimi zaman hakaret, terörü övme, casusluk suçlamalarıyla kovuşturmaya uğruyorlar. Sansür ve otosansürü yaşıyorlar. Mülkleri bile tehlikeye girenler var, kayyum sistemi yoluyla... Tabii, bu kişiler hayatlarından hiç memnun değil. Güvensizler. Tedirgin ve korku içindeler. Yarın onlar için belirsiz.

Bu şartlarda “Türkiye nasıl bir ülkedir?” sorusu kolay cevaplandırılamıyor. “Çok iyi, aman değişmesin” diyenler de var, “Mutlaka değişsin, durum çekilmez” diyenler de. Genel tabloya bakıp ‘ortalama’yı alınca, durum fena değil! Az buçuk sorunları olan, ama iyi yanları da olan bir ülke çıkıyor ortaya. Ama böyle bir yaklaşım, istatistiğin ‘iki odalı daire’sini hatırlatıyor. Aldatıcı bir tabloyla karşı karşıyayız. Aslında iki ayrı uç var. ‘İki odalı daire’ işlevsel değil, çünkü ihtiyaca cevap vermiyor.

Bu iki uç, toplum içindeki aktörler. Bir de seyirciler var. Onlar, en kalabalık olanlar. Çoğu ilgisizce izliyor yaşananları. Bazen uykulu gözlerle. Bazen bir hareketlilik gösterip hafiften alkışlıyorlar, sonra yeniden kendi dünyalarına dönüyorlar. Sahnede oynananlar onları pek ilgilendirmiyor, çünkü hayatlarıyla doğrudan ilgili değil oyun. Ya da onlar öyle algılıyor gelişmeleri. Ne senaryonun yazılışında, ne sahneye konuşunda yer alıyorlar. Yani siyasete ‘bulaşmıyorlar’. Sahnedekiler de onları pek ciddiye almıyor.

Böyle bir toplumu nasıl niteleriz? Sistemin adı ne? Bu alanda temel sorun, herhangi bir nitelemeye yeltendiğiniz anda taraf olmanızdır. İsim koymak, taraf olmak olarak algılanacaktır. İnsan susarsa seyirci kalabalığı içine karışır ve risk almamış olur. Ama siyaset biliminin terminolojisini kullanıp değerlendirmeler yaparsa sorun yaşayabilir. Olayın olumsuz yanını öne çıkarırsa muhalif sayılır, olumlu yanını öne çıkarırsa bugün kârlı çıkar ama yarın ne olur bilemez! Sanırım rejimin en belirgin yanı, nitelenmesinin tavsiye edilmemesi. Yani zaman, bu alanda susmak zamanıdır. Gönüllü susmaların yaygınlaşmasının yanı sıra, zoraki susturmaların yaşandığı bir dönemdeyiz. Zaman böyle bir zaman. Belki rejimin adı da bu kapsamda aranabilir. Fazla konuşmanın tavsiye edilmediği rejimlerin bir adı vardı, dilimin ucunda, ama nedir o, ağzımdan çıkamıyor.