Yıllarca, dünyadaki risk altındaki çocukları fotoğraflayıp onların hikâyelerini anlatarak farkındalık yaratmaya ve onlar için daha iyi bir gelecek sağlamaya çalışan Michelle Andonian, Eylül 2015’te yayımlanan ‘This Picture I Gift’ (Bu Fotoğraf Sana Hediye) başlıklı fotoğraf kitabında, babaannesi Sara’nın ayak izlerini takip ederek, bu kez ailesinin geçmişine, Ermenistan’a ve Anadolu’ya gidiyor.
Ailenizin geçmişi fotoğraf çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Babamın annesi ve babası Sivas’ta doğmuş, babaannem İşkhan köyünden. Ben Detroit’te, çoğu soykırımdan kurtulmuş olan Ermenilerle dolu bir mahallede doğdum; fotoğrafladığım ilk insanlar da onlardı. Bu kuşağın verdiği dersler ve anlattığı hikâyeler tüm kariyerim boyunca çalışmalarımı etkiledi. Bir fotoğraf makinesi tutabildiğim sürece fotoğraf çektim. Makinem bana dünyayı gezme fırsatı verirken, kökenim de ailemle ve memleketimle derin ilişkiler kurmamı sağladı.
Babaannenize ve onunla ilişkinizle ilgili neler söylemek istersiniz?
Annemle babam çalıştığı için babaannemle birlikte çok vakit geçirdim. Bitişiğimizdeki evde yaşıyordu. Sıcak, sevgi dolu bir ilişkimiz oldu. Onun mutfağı, benim için dünyanın en güvenli yeriydi. O bir yandan yemek yapıp bir yandan hikâyeler anlatırken, ben de mutfakta masanın başında otururdum. Bana kendimi hayatındaki en önemli insanmışım gibi hissettirirdi ama zaten onun en müthiş yanı, yakınındaki herkesin böyle hissetmesini sağlamasıydı. Soykırımdan kurtuluşuyla ilgili anılarını o küçücük mutfakta kaydettim. Ses kaydında, o köydeki evlerini ve yürüyüşün korkunçluğunu anlatırken, arkaplanda tencere tava sesleri, telefonun zili, suyun akışı duyuluyor. 1922’de Amerika’ya göç etmeden önce, o zorunlu yürüyüşte geçtiği köylerin ve kasabaların adlarını o zaman öğrendim. Sonra o yerleri elimden geldiğince gezmeye çalıştım.
Bu hikâye üzerinde çalışırken Türkiye’de nasıl deneyimleriniz oldu?
Türkiye’de yaşadıklarım birçok açıdan hayatımı değiştirdi. Burası atalarımın memleketiydi. Bir zamanlar onların yaşadığı yere gitmek bana hem mahcubiyet, hem de ilham verdi; bazen de yüreğimin parçalandığını hissettim. Yaşadığım şey, memleketim olan ama bilmediğim bir yere dönüş hissiydi. Sıcak bir yaz gününde Boğaz’dan bir vapurla geçerken arkadaşım Aram denizden şehre bakıp, “Babaannen burayı hiç unutmadı” dedi. Ben de asla unutmayacaktım.
Bu hikâyeyi yaratmak sizin için neden bu kadar önemliydi?
Bu hikâye 25 yıldır yaratım sürecindeydi. Kökenlerime tutunmamı sağlayacak bir dal arayışla Türkiye’ye ve Ermenistan’a yaptığım seyahatlerle başladı. Diasporada evlilik ve coğrafya yoluyla başka kültürler ve geleneklerden etkileniyoruz. Ailem Ermeni ama aynı zamanda Hollandalı, Fransız ve İrlandalıyız. Soykırımdan kurtulan birinin torunu olmak, Ermenistan’la bir bağ kurmamı sağladı. Bir sonraki kuşağın böyle bir bağı olmayacak. Tarihimizi onlar için korumak ve onurlandırmak istedim.
Araştırma sürecinde sizi en çok ne etkiledi?
Toprakların ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu ve 1915 öncesinde, Tarihi Ermenistan’da ne kadar çok Ermeni köyü, şehri ve kilisesi olduğunu oralara gitmeden anlamak imkânsız. Bu deneyimden sonra bir daha eskisi gibi olamadım. Toprakta ve dağlarda çok fazla ruh vardı. Kilise kalıntılarının içinde dururken, gökyüzüne açılan çatılardan kuşlar girip çıkıyordu. Şu anda o köylerde yaşayan çocukların hatırası beni hiç terk etmedi. Belki birçoğu Ermeni soyundandı; şimdi de, birer Kürt olarak Ermenilerin 100 yıl önceki kaderini yaşama tehdidiyle karşı karşıyalardı.
Ani antik kenti Ermeni kültürü ve tarihi için çok önemli ve gerçekten muhteşem bir yer. Eski ile yeni arasında bir sınır gibi ince bir akarsuyla ayrılan o yeri anlatacak kelime bulamıyorum. Orası sık sık aklıma geliyor. Sivas’a vardığımda ise oradaki Ermenilerin tamamen yok olduğu gerçeğine hazır değildim. Şehirde dolaşırken, bir zamanlar orada olduğumuzu söyleyen bir şeyler arayıp durdum çaresizce. Geriye kalan tek şey, geçmişin bahçelerinin hayaletleriydi; çok uzun zamandır boş olan evlerin ıssız bahçelerinde büyüyen hatmi çiçekleri ve güller... Çok uzun zaman önce ekilmiş tohumlardan büyüyen hatmiler benim için bir simgeye dönüştü. Adana’da eskiden bir kilise olan binanın ön bahçesinde, Muş’taki çatısız bir kilisenin içinde ve Sivas’taki bir umut bahçesinde birer nöbetçi gibi açmışlardı.
Bu yolculukta yalnız mıydınız? Yolunuzu nasıl buldunuz? Size kim yardım etti? Ne kadar sürdü?
Yolculuk, arkadaşım ve meslektaşım Ani Boghikian Kasparian’la birlikte Agos’a yaptığımız ziyaretle başladı. O da soykırımdan sonra doğu illerinde yaşayan Ermenilerin deneyimlerine dair kitabı için araştırma yapıyordu. Sarkis Seropyan’la tanıştık. O da bizi kılavuzumuz olan Ferzan Demirtaş’la tanıştırdı. 10 gün boyunca üç bin kilometreden fazla yol yaptık. Baron Seropyan her gün Ferzan’ı arayarak bizi sordu ve yol boyunca bazı düzenlemeler yaptı.
Kitabın başlığını nasıl buldunuz?
1920’de İstanbul’dan Amerika’daki akrabalara yollanmış bir kartpostalın arkasındaki bir nottan geliyor kitabın başlığı. Kartpostalın ön tarafında, babaannemin teyzesi ve eniştesiyle bir fotoğrafı vardı. Arkada da, Ermenice, “Bu fotoğraf sana hediye” gibi bir şey yazıyordu: “Biz buyuz işte, ailen.” Üçü de soykırımdan kurtulmuştu. Başlık, çektiğim fotoğrafların temsil ettiği şeyle de uyumlu: Gelecek nesillere, deneyimlerim ve bir kitapta toplayabildiklerimden oluşan, Tarihi Ermenistan ile bugünkü Ermenistan’ı buluşturan bir hediye.
Bu kitaba dair ne gibi umutlarınız var?
Kitabın, bizden öncekilerin anılarını muhafaza etmesini ve Ermeni tarihini bilmeyenlerde bir farkındalık yaratmasını umuyorum. Diasporadaki Ermeniler olarak birçok kültür içinde asimile olduk. Bizim ailede ben yarı Ermeni’yim, yeğenlerim ise çeyrek Ermeni; onların, atalarının nereden geldiğini unutmalarını asla istemem. Bu çalışmanın insanları, önceki kuşakların hikâyelerini ve kültürünü korumaya teşvik etmesini umuyorum.
“En son umut ölür”
‘Hope Dies Last’ (En Son Umut Ölür) adlı bir multimedya çalışmasına dahil oldunuz. Karelerinizi bir müzik performansıyla birleştirme fikri nasıl doğdu?
Görsel malzemeyi müzikle harmanlamak birkaç yıldır üzerinde çalıştığım bir şeydi; hikâyeyi farklı şekillerde anlatarak izleyiciye ulaştırmanın bir yolunu bulmak istiyordum. Besteci ile müzisyenler arasındaki işbirliği, performansa kolektif bir ruh kattı ve izleyicide güçlü bir etki uyandırdı.
Hope Dies Last from Michelle Andonian on Vimeo.
Başlığın hikâyesi nedir?
Yıllar önce, Başepiskopos Paren Avedikian’dan, 1988’deki Ermenistan depreminden kurtulan bir adamın hikâyesini dinlemiştim. Adam tüm ailesinin yanı sıra kol ve bacaklarını kaybetmişti. Başepiskopos ona bunca acı ve kayba nasıl dayandığını sorduğunda, adam şöyle demiş: “Çünkü en son umut ölür.” Bu sözler aklımda yer etti.
KİTAPTAN
“Yıllar boyun Ermenistan’da çektiğim fotoğrafları gözden geçirirken fark ettim ki, tüm bu karelerde ağır bir görsel akış var: Çocuklar ve büyükanneleri. Baştan sona aradığım, babaannemin ölümüyle kaybettiğim bu bağdı. Pek çok çocuğun, torunun ve torunların çocuklarının (soykırımdan kurtulmuş herkesin) ruhunda taşıdığı, nesiller ötesi kedere bir tür şifa bulmaya çalışıyordum. Ailelerimizin tarihi, zihinsel bir haritayla içimizde yer etmişti.”
“Geçenlerde bir kartpostal buldum. Ön yüzünde İstanbul’da çekilen fotoğrafın aynısı vardı. Miriam teyzem, 1922’de Amerika’ya doğru yola çıkmadan önce Detroit’teki bir akrabasına göndermişti. Arkasında da ‘Bu fotoğraf sana hediye’ yazıyordu.”
“Agos’un sevgili editörü Sarkis Seropyan, yolculuğumu planlamama yardımcı oldu. Masalar, gazeteler ve kitaplarla dolup taşan bir ofiste, Baron Seropyan bir büyüteçle öne eğilerek Türkiye’nin doğusunu, Ermenilerin 1915’e kadar 2500 yıl boyunca yaşadığı yeri gösteren bir haritaya odaklandı. Bu haritada, adları Türkçeleştirilmiş şehirlerin, kasabaların ve köylerin eski Ermenice adları vardı. Bu toprakları iyi tanıyordu. Babaannemin köyünü gösterdi, yolculuğu planladı, bize kılavuz ayarladı ve yolculuk boyunca her gün bizi arayacağını söyledi. İşimiz bittiğinde beni kahve içmeye davet etti.
Avluya çıktığımızda, doğrudan yüzüme doğru uçan bir kumru beni ürküttü. Uzun masalar, birbiriyle fısıldayarak konuşan gazetecilerle doluydu; hepsinin yaptığı işte sakin bir aciliyet havası vardı. İki kuş, Agos’taki saçağa nazikçe bir yuva kuruyordu; bir tanesi bir ileri bir geri uçarak diğerine gagasıyla, çalı çırpı veriyordu. Kumrular barışın simgesidir. Hrant Dink’in ruhu onların arasında geziyor gibiydi.”