Cannes Film Festivali’nin en büyük ikinci ödülü Grand Prix’e layık görülen, 2016 Oscarlarında Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’ne aday olan ‘Saul’un Oğlu’, bir Holokost filmi olmanın tüm zorluklarını göze alıyor. Macar yönetmen László Nemes’in ilk uzun metraj denemesi, aslen yazar ve şair olan başrol oyuncusu Géza Röhrig’in ilk oyunculuk deneyiminde sergilediği olağanüstü performansla öne çıkıyor ve izleyiciyi, 1944’te Auschwitz toplama kampındaki Macar tutsak Saul Auslaender'in iki gününe ortak ediyor.
Sinema dünyasında ayrı bir kategoride ‘soykırım filmleri’ olarak adlandırılan yapıtların, daha kamera ele alınmadan yönetmenine yüklediği bir ağırlık var. İnsanlık dışı bir cürüm, estetik kaygılar gözetilerek nasıl anlatılır? Anlatılmalı mıdır? Neresinden tutularak anlatılır? Yahudi Holokostu ve Ermeni Soykırımı’nı konu alan filmler kendilerinden bağımsız olarak bambaşka tartışmaları beraberinde getirir. Bir yönetmen, sinematografik dilini kurarken kendini birdenbire konunun siyasi yükünün altında ezilmiş bulabilir ya da gerçeklere yeterince sadık kalmamakla, fazla sanatsal ve soyut kalmakla itham edilebilir. Üstelik bu konuda sayısız film yapılmıştır. Söylenecek yeni bir şey, gösterecek bir farklılık mümkün müdür?
Cannes Film Festivali’nin en büyük ikinci ödülü Grand Prix’ye layık görülen ‘Saul’un Oğlu’ , Holokost özelinde bu zorlu sorulara muhatap olmayı göze alarak çıkmış yola. Gerek Macar yönetmen László Nemes’in ilk uzun metrajlı filmi olması, gerek aslen yazar ve şair olan başrol oyuncusu Géza Röhrig’in ilk oyunculuk deneyiminde sergilediği olağanüstü performansla öne çıkan film, 1944’te Auschwitz toplama kampındaki Macar tutsak Saul Auslaender’in iki gününe ortak ediyor bizi. Hem de ne ortak ediş... Nemes, besbelli ilk başta sıraladığım bütün sorularla ödeşerek, anlatılması en güç olan için kendi özgün aktarma tekniğini bulmuş. Zaten bir söyleşisinde de arayışını ve çözümünü şöyle paylaşmış: “Biz güzel bir film yapmamayı seçtik, bütün geleneksel estetik yaklaşımını reddettik. Filmde güzel komposizyonlar bulmakta zorlanacaksınız. Bu tür şeylere izin vermedik. Bu ikonografik bir film değil, o yüzden afişte filmden fotoğraf alamadık. Filmin dinamizminden ziyade, soykırım filmlerinin duygusallığına düşmemek önemliydi. Kameranın görüş açısı dışında birçok aksiyon oluyor, fakat bunu izleyici hayal ediyor. Bu onların hayal gücü. Biz onlar için bu kamera dışı aksiyona bir geçiş yaratmaya çalıştık. Bu filmin büyük sorusu şu: Başka türlü gösterilemeyecek duyguları, izlenimleri, hayal gücü yoluyla kışkırtabiliyor muyuz?”
Hayal gücün nelere el verir
Bu noktada devreye biz izleyiciler giriyoruz. Neleri hayal etmeye cesaret edebiliriz sahi? Tamamı 40 mm’lik lensle çekilen filmde, Saul’un yüzüne ya da sırtına odaklanıyoruz. Geri kalan her şey bulanık. O bulanıklığın içinde, her gün trenlere doluşturularak kampa getirilen Yahudileri seçiyoruz. Önce kıyafetleri ve hikâyeleriyle gelen insanlar, sonra her şeylerine el konan, çırılçıplak kalan bedenler. Yönetmen hiçbiriyle bizi bir an bile baş başa bırakmıyor, çünkü Saul, ‘Sonderkommando’ olarak adlandırılan ve her gün kendi insanlarını soyup, duş alacaklar zannıyla gaz odalarına gönderen, ardından cesetleri krematoryuma, oradan çıkan külleri de nehre taşıyan insanlardan biri. Fırınları âdeta sıradan bir tuvalet gibi temizleyen bu insanın yüzünde yakalayabileceğimiz hiçbir mimik yok. Cehennemin ortasında kendine emredilenleri yapan ve bunun karşılığında diğerlerine kıyasla dört ay daha fazla yaşayacak biri. Ama Saul yaşıyor mu, o da beli değil. O artık upuzun bir numara; hayatına dair tek bir hatırasına bile rastlamadığımız, kadınları unutmuş, erkeklikten, insanlıktan çıkmış bir makine. Yidiş, Lehçe, Macarca ve Almancanın bir arada aktığı toplama kampında Gestapo için ölüler birer ‘Stück’, birer parça. Temizlenmesi gereken birer parça. Saul da artık o sanayileştirilmiş soykırım makinesinin bir parçası. Yerleri, cesetleri, külleri temizledikçe kirlenen bir parçası.
Bir çocukla baş başa
İşte bu ‘parça’, gaz odasından mucize eseri sağ kurtulan bir erkek çocuğu görünce tepki veriyor. Emredilenler dışında bir şeyler yapmaya başlıyor. Mucize dediysek, toplama kampında gaz odasından kurtulmak, ancak bir doktor tarafından boğularak öldürülüp, ceset üzerinde otopsi yapılması demek. Ama işte o noktada Saul, bir bütüne sahip çıkmaya karar veriyor. O çocuğun kesilip biçilmesine, parça olarak fırında yakılmasına, kül olarak havaya savrulmasına karşı çıkıyor. Soranlara “O benim oğlum” diyor. Onu tanıyan arkadaşı karısından çocuğu olmadığını hatırlatınca da, gayrimeşru olduğunu belirtiyor.
O çocuğun kendi oğlu olup olmaması önemsizleşiyor. Şimdi artık, sahip çıkılması gereken bir bütün var. Çocuk, Yahudi geleneklerine göre bir haham eşliğinde toprağa verilecek. Saul’un sabit fikir haline getirdiği bu hedefi, ölüm sırasının kendilerine geldiğini bilen ‘sonderkommando’ların isyan hazırlığıyla iç içe görüyoruz. Toplama kampında haham bulmak üzere bu isyana da ortak olan ama aslında hiçbir şeye dahil olmayan Saul’u, artık hiç önemsemediği kendi hayatı temelinde çıktığı bir ölüm macerasında izliyoruz soluk soluğa.
Eksik parça: Kadın
László Nemes’in Clara Royer’le birlikte kaleme aldığı senaryoda eksik bulduğum tek kısım, kadın sesi. Tamamen Saul üzerine odaklanan filmde, diğer erkek karakterler bile silik kalırken, filmin tek kadını, bir dakika kadar karşımıza çıkan Ella. Kadın mahkûmların aynı emir-komuta zincirinde, zorla çalıştırıldıkları bölümde tutsak olan Ella, isyan için Saul’a bir kesede barut veriyor. Saul’un bir önceki sahnede arkadaşına Ella’yı tanımadığını söyleyişini hatırlıyoruz. Ama kadının alev alev yanan ve Saul’a odaklanan bakışları, onun elini tutmayı istemesi, Saul’un ise bakıştan ve temastan kaçınması, bu ikiliyle ilgili olarak da tahayyüle zorluyor bizi. İşte o kadının deli gözünü biraz daha görmek, sesini duymak istiyorum o an. Kim bilir hangi eksik parçamı tamamlamak için...
Merhamet dediğin antisemitizm
Filmden çıktığımda Büyükşehir Belediyesi’nin temizlik aracı ürpertiyor beni. Temizlik adına yapılan bütün operasyonlar, şu an izlemeye maruz bırakıldığımız zulüm, sokaklarda sürülen Kürt gençlerin cansız bedenleri, bodrumda ölümü beklemeye mahkûm edilenler... Sesler ve ışık fazla geliyor. Cümle kuramıyorum.
Ta ki www.ortakoltuk.com sitesinde, film eleştirisi diye, Sadık Erdem imzalı şu satırları okuyana kadar: “Hitler, geçmişte bir söyleşisinde ‘Bir gün herkes, Yahudilerin kökünü kazıyamadığım için benden nefret edecek’ demişti. Şimdiki Yahudilerin yaptıklarını görünce insanın aklına ister istemez Hitler’in o cümlesi geliyor ne yazık ki. Ancak, yine de benim görüşüm cenazeler, din, dil, ırk ayırt etmeden din kitaplarında yazıldığı gibi inanışlarına göre defnedilmeli. Yahudi soykırımı, sinema tarihinde sıklıkla işlenen, sinemacıların vaz geçemediği bir konu. Bunun nedeni de hangi taşı kaldırsan altından çıkan Yahudiler. Haliyle sinema sektörü de onların elinde olduğuna göre benim filmimi yapacak değiller tabi ki :)”
Kanım donuyor. Şahıs, yazısını “Yok olmaya yüz tutan insani değerleri hatırlamamız için bu filmi izlemek gerek diye düşünüyorum. Belki de bu film sayesinde içimizde kaybolan merhamet, bu film sayesinde yeşermeye yüz tutar” diye bitirmiş. O yazı orada durabildikçe, hiç bütün olma şansımız yok, biliyorum.