LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Köfteci Hüseyin ve yıkıntılar arasında bir şehir

Fitaş’ın hemen arka sokağında, bilenlerin çok keyif aldığı, bilmeyenlerin yemek yemek için ciddi cesaret göstermesi gereken bir yerdir Köfteci Hüseyin. Beyoğlu’nun arka sokaklarında benzerleri çok olan, yemek yaparken kullandıkları malzemeyi benim diyen kimyagerin tanımlamakta zorluk çekeceği dükkânlara benzer ilk bakışta. Kâğıt üzerinde köfte ve piyazdan ibaret olan menüsüyle defalarca karnımı doyurmuşumdur. İşini iyi yapar, lezzetlidir köfteleri. Zaten vaktinde gitmezseniz köfte bulamazsınız; oradan da bellidir iyi bir yer olduğu.

Her zamanki gibi bir tadıma geç kalmışken, radyoda bir muhabirin nefes nefese sesini duyduğumda çok heyecanlandım. Genelde berbat haberler böyle özensizce, alelacele verilir. Arkadaki siren seslerinden yine bir yerlerde bomba patladığını, birilerine bir şeyler olduğunu sandım. Savaşın yaşandığı kentlerde insanlar nasıl yaşar diye merak etmeyin, ona da alışılıyor işte. Her defasında daha az şaşırarak ama daha fazla üzülerek alışıyoruz olan bitene. Ama haberi dinlerken, önce içim biraz ferahladı. Bomba değildi, yağmurdan çöken bir binaydı söz konusu olan. ‘Yağmurdan çöken bina’ lafının burada bu kadar sakil durduğuna bakmayın; Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, röportaj verirken sanki bir arabanın kırmızı ışıkta geçmesi gibi tatsız ama olağan bir şeymiş gibi anlattı olayı. Esnafın böyle durumlara alışık ve hazırlıklı olduğunu, binadan gelen sesleri duyunca hemencecik kaçıverdiğini de ekledi. O yüzden can kaybı yaşanmamış. Ha, bir de, Beyoğlu civarında buna benzer, yüz yıllık, bakımsızlıktan yıkılma tehlikesi olan 600 (yanlış okumadınız, yazıyla da yazayım, altı yüz) bina varmış, onların da başına her an böyle bir şey gelebilirmiş. Bu haberi dinlerken düşündüm, acaba kimsenin aklınla geliyor mu, İstanbul’un en kıymetli semtinde, her gün bir milyondan fazla insanın geçtiği bir yerde, nasıl oluyor da 600 tane, hepsi ayrı ayrı birer servet değerinde olan bina sahipsiz kalabiliyor?

Bianet’ten Nilay Vardar’ın aklına gelmiş, Mimar Korhan Gümüş’e sormuş. Gümüş’ün cevapları enteresan:

"Bu binalar 20. yüzyıl başında yapılmış. Binalar eskidikleri için çökmüyorlar, kendi mantıkları içinde korunurlarsa 500 sene ayakta dururlar. Bütün dünyada duruyor. Ayasofya 1500 yılık tuğladan yapılmış yığma bina. Binan mukavemetini zaman içinde kaybetmez tam tersi harçları giderek sağlamlaşır, genelde bütünleşir bir taş gibi olur. Yıkılıyorsa, mutlaka bir nedeni vardır… Öncelikle bu eski binalar asıl sahipleri olan azınlıklar buradan göç ettirildikleri için ya metruk kalmış ya da işgal edilmiş. Yaptığımız araştırmada tarihi yığma yapıların yüzde yetmişinde alt katlarda taşıyıcıların kaldırıldığını gördük. Üst katta yapsan neyse ama ya bahçeyi genişletmek ya da işte yer kazanmak için en alt katta asıl binayı taşıyan duvarlar kaldırılmış. Pencere genişletme çok yaygın, manzara yaratmak için pencere büyütüp yine taşıyıcı duvar kaldırılıyor.”

Anlayacağınız, yüz yıllık günahların bedelleri hâlâ ödeniyor. Olan, bizim şahane köfteler yapan Köfteci Hüseyin’e oluyor.

#direnartvin

Ben bu yazıyı yazarken, Artvin’den, 24 yıldır süren bir mücadelenin haberleri geliyordu. Yaşadığı toprağın üzerini, altından çıkacak servete tercih eden Artvinliler direniyordu. Cerattepe’de yine bir oldubittiyle kılıfına uydurulan altın madenine karşı, halk, toprağını savunmak için inşaat makinelerine ve polise direniyordu. Artvin yaylalarının bulutlar altında göründüğü fotoğraflara çok aşinayız ama bu sefer yaylaları kaplayan biber gazı dumanı görünüyordu gelen fotoğraflarda.

Yaşadığın coğrafyaya sahip çıkmak en doğal hakkın. 24 yıldır yaptığın gibi, diren Artvin...

Söz, haftaya keyifli şeylerden yazacağım, inadına. Yavaş yavaş bahar geliyor memleketimize, kuzu sarma çıkacak, oğlak çıkacak, güzel şeyler olacak. Daha lezzetli şeyleri konuşabileceğimiz zamanlara, ve umudumuzu kaybetmek dileğiyle…