Yaşadığım yere çok yakında,
aslında hiçbir zaman mahalle olmamış bir bulvarın sırtlarında,
artık alıştığımız, temeli magmaya inen devasa inşaat
projelerinden biri yapılmaya başladı. Aslında orada evler
yapılacak olması beni pek rahatsız etmedi. Buradaki boşlukta
yıllardır kurban bayramı öncesi kurban pazarı ve kesim yeri
kuruluyordu; hem kokuyu solumak, hem de o kadar hayvanın
katledilmesine şahit olmak pek hoşuma gitmiyordu.
Fakat inşaat ilerledikçe sağda solda reklamları döner oldu. İstanbul’un hep özlediği mahalleyi yeniden kuracak bir proje olduğu muştulandı. Projeyi yapanlar, sadece mahalle arasındaymış gibi yerleştirilen binalar, sokak benzeri aralıklarla mahallenin yaratılabileceğini sanıyor galiba. Burada oturup Yeşilçam kokulu mahalle güzellemesi yapacak değilim. Hele, o ideal mahallenin birdenbire nasıl bir cehenneme döneceğini tahmin edebilecek kadar, mahallede yaşamış biri olarak... Ama önce mahalleleri yok edip sonra onların sahtesini yapma çabası biraz komik oluyor. Yıllarca büyük apartmanlarda oturmanın daha havalı olduğunu düşünenlerin, aynı metrekare üzerinde onlarca aileyle beraber yaşamaktan, adını bile bilmediği komşusuna yarım yamalak sırıtarak selam vermekten ve hatta çokça da selam dahi vermemekten rahatsız olmalarını da çok anlamıyorum. Her şey bir tercih. Sürekli olarak semt değiştirerek, hiçbir yere kök salmadan, oraya ait olmayı bilmeden yaşıyoruz. Bu da yeni nesil metropollerimizin bir laneti herhalde. Kaçımız dedesinin doğduğu evde oturma şansına sahip ki?
Şimdi, tek tük ayakta kalmış mahallemsi yerler bile yavaş yavaş yok oluyor. Yeterince kök salamamış bizlerin bundan sonra da kök salması engelleniyor aslında. Kentsel dönüşüm denen şey sadece binaları değil, aslında şehrin ruhunu da yok ediyor. Yıllardır aynı dükkânda yer alan fırın yıkılma kararından sonra sadece dükkânını değil, yıllardır sahip olduğu tecrübeyi de kaybediyor. Oysa dünyada ve hatta bizim memleketimizde, asırlardır aynı mayadan yaptığı hamurla ekmek pişiren fırınlar var.
Artık mutenalaşan semtlerde böyle özel esnafların yerini büyük sermayenin gücüyle hareket eden, birbirinin kopyası markalar aldığında belki birçokları sevinecek. Mahallelerdeki bakkallar kapanıp süpermarketler açıldığında kimilerinin sevindiği gibi... İnsan neye sevindiğini de iyice bilmeli. Benim yemek yazılarını okumaktan en keyif aldığım yazarlardan Refik Halid Karay bile neye sevineceğini bilememiş adamlardan. Margarin ilk defa geldiğinde Türkiye’ye, “Oh, o ağır kokulu tereyağından kurtulduk” diye sevinç cümleleri yazmış.
Şehrin binalarını, sokaklarını ruhunu kaybederken hiç fark etmiyor, ne kadar popüler ya da az bilinen bir yerden bahsediyor olduğunuz. Gerçi en muteber semtler, ilçeler bile, buraları sadece bir marka olarak algılayanlar tarafından yönetilince, bir ruha sahip olmaları bile şaşılacak bir şey. Bağdat Caddesi’nde 19 yaşında genç bir kadına tecavüz edildiğinde, 20 yıl orayı yöneten zat-ı muhterem, bu haberlerin caddenin marka değerini düşürdüğü için kaygılandığını söyledi geçenlerde. Şimdi de başka bir muktedir, daha ölenlerin bedeni soğumadan “Sur’u Toledo yapacağının” müjdesini verdi, kentsel dönüşümden başı dönmüş bizlere.
Zaten yeterince erozyona uğramamış gibi, bu kentsel dönüşüm çılgınlığı Nişantaşı’nda da karşımıza çıktı. Nişantaşı’nda bir öğle yemeği yemek istiyorsanız, biraz da normalin üzerinde parayı gözden çıkardıysanız, gidebileceğiniz en güzel yer bence hiç tartışmasız Kantin’di. “di” diyorum, çünkü bina yıkılacağı için, 2000 yılından beri olduğu yerden çıkarılacak Kantin. Oysa alt katındaki dükkânı, üst katındaki sakız beyazı örtüleri ve Şemsa Denizsel’in usta işi yemekleriyle bir klasik haline gelmişti Kantin.
Paris’te, Madrid’de, Budapeşte’de, yani yıkımlar, yangınlar, savaşlar, türlü belalar görmüş şehirlerde, yüz yıldır, belki daha uzun bir süredir aynı yerinde olan mekânları gördükçe insanın içi acıyor. Bizden sonraki jenerasyonlara ulaşması gereken bir yer Kantin. Şemsa Denizsel’in daha iyi bir yerde daha güzelini yaratacağından kuşkum yok. Mevsiminde yapacağı kokoreci, ekşi mayayla yaptığı ekmeği tabii ki bir yerlerden bize ulaştıracak ama neden ilk yerinde yaşamasın ki bir mekân? Neden, müdavimleri her köşesini bildikleri bir yerde kendilerini evinde hissetmesin?
Acaba hak etmiyor olabilir miyiz? Bu kadar yokluğun, elindekini kaybetmenin belki başka, uhrevi nedenleri vardır, kim bilir...