Evet,
yine yazılacak, çizilecek tabii ama buna rağmen ısrarla bu konuyu
yazmaya kararlıyım ben. Heyecanla beklenen konser nihayet
gerçekleşti. Oh, çok şükür! Nasreddin Hoca’nın “Çok
uğraştık ama ayı da gökyüzüne çıkardık” demesi olsa da
dilime gelen, sanal değil bu, basbayağı gerçek. Geçen yazımda
“beğenip beğenmemek izleyicinin takdiri” demiştim. Eh, işin
içinde olsam da, izleyici olarak yazıyorum ben de. Çalışmalar
bittiğinde herkes gibi oturup izledim çünkü. Yüreğim tükense
de, içim titrese de, tarafsızca, dikkatle, dışarıdan bir göz
gibi inceleyip, noktasını virgülünü didikleyerek. Güzeldi
valla, ne yalan söyleyeyim... O kadar ki, tadı damaklarda kaldı,
“Şu anda baştan başlasalar bir daha izlerim” diyordu etrafta
birkaç kişi. Valla, bana bile öyle geldi, o gün dahil defalarca
prova izlemiş olduğum halde. Sanki bir nefes gibi geldi geçti her
şey. Şimdi de bazı ‘aferin’lerim var sıralayacak.
Sevgili Hagop Mamigonyan’dan başlayacağım. Ben onun beden diline bayılıyorum. Bütün duygularını, heyecanını, sevgi yüklü hâkimiyetini, sırtı dönükken bile dalga dalga yansıtması öyle güzel ki; karşısında, yönettiği ekibin arasında olası gelir insanın, önden görmek ister. Ama ben biliyorum, defalarca provalarında bulundum, koronun arasında oturdum, izledim. O zaman da sarılıp öpesi geliyor insanın. Bir de güzeldir ki sesi... Provalarda eksik olan solistin yerine söylediği ve koroya doğru sesi vermeye çalıştığı oluyordu bazen. Her tondan okuyabiliyor çocuk. Sabrına ve sevecen tavrına da hayran kaldım. Ben de ekip yönettim, bilirim, bazen nasıl çileden çıkar insan. Hagop’cum her daim ılımlı. Hiç terslendiğini görmedim. Çok başarılı bir şef oldu valla. 25 yıl önce babasından devraldığı koroyu mükemmel bir hale getirdi. İsterim ki başka gençler de katılsın, büyüsün, dev bir koro olsun, dünya çapında olsun. Abartıyorum gibi gelebilir ama inanın, bunları kimse söylemez bizde. Bir acayip tepeden bakma, önyargılı bir küçümseme ve takdir etmeme illeti vardır halk olarak genlerimizde. Sıkça kullandığım bir deyimle, ‘aferin özürlü’yüz biraz. O halde ilk ‘aferin’im size, sevgili Hagop ve aralarında öğrencilerimin, hatta öğrencilerimin çocuklarının olduğu, Lusavoriç Korosu’ndaki canlarım. İlk üç parça salt sizin başarınızdı zaten.
Ve solistlerimiz. Sevgili Sercan Gazeroğlu’nu, bazı etkinliklerde popüler şarkılar söylediğinden tanırdım. Doğrusunu isterseniz, Kevork Tavityan üstlendiği yeni görev nedeniyle katılamayınca hafif bir endişe duymuştum, olacak mı acaba diye. Oysa bilmeliydim, Hagop “Olur” diyorsa olurdu. Ama valla bu kadar başarılı olacağını ve duygusal açıdan gönlümü böylesine fethedeceğini beklemiyordum. Çok çok iyiydi. Karin Çubukçuyan Bozkurt’un ise Aylin Ateş’ten sonra içime sineceğini hiç mi hiç düşünmemiştim. Final provasından önce dinleme şansım da olmamıştı. O gün de dört gözle, ‘Çutag’ adlı şarkıyı okumasını bekledim. Eh, o da onunla fethetti gönlümü. Mesele ses güzelliği değil yalnızca, tabii sesi güzel ki bu işi yapıyor. Ben tiyatrocuyum, yoruma bakarım en çok. Yazarken hissettiklerimi anlayarak, hissederek aksettirebilmesi mutlu eder beni. Başka söze gerek yok.
Sevgili Boğos Yeğyazaryan’a gelince; adını ilk duyduğumda zaten emindim. Onu çocukluğundan tanırım, her konuda ne kadar yetenekli olduğunu bilirim. Kader, iyi mi kötümü mü olduğu belli değil bir oyun oynamasaydı, yıllar önce onunla aynı sahneyi paylaşacaktık. Onu Arto seçmişti vaktinde, “Bu çocukta bir şey var” demişti; hiç yanılmazdı. Adı geçtiği anda sesini hiç duymadan “Tamamdır” dedim. Canım... Beni yanıltmadı. Muhteşemdi. Onun bu projeye dahil olmasını da sevgili Bartev’e ve kendi girişkenliğine borçluyuz. Detaya girmeyeceğim, yalnızca “Hiçbir rastlantı nedensiz değildir” sözüne iyi bir örnek olduğunu söyleyeceğim. Ah, bir dolu ‘iyi ki’ var bu işte. Sevgili Majak Toşikyan, canım çocukluk arkadaşım, iyi ki bestelemişsin bu eseri, iyi ki içtenlikle yazmışım yüreğimden taşanları, iyi ki bu ekip ses olmuş duygularımıza. Anladılar, etkilendiler ve etkilediler.
Tarafsız izlenimlerim derken, içime sinmeyen şeyleri de belirtmeden edemeyeceğim. Program kitapçığı rezaletini deşmeyeceğim, zaten herkes anladı. Bir müzik eserinin icrası söz konusuysa, icracılarca önemli olan, iyi çalınması, iyi okunmasıdır. Evet, bunlar iyiydi. Ama dedim ya, ben tiyatrocuyum, görüntü, ışık, efekt gibi başka etkenlere de bakarım. Biliyorum, onlar kısıtlı bir sürede, tek ve son provalarını yapmaya çalışırken benim detay mutsuzluğu gibi görünen kimi müdahalelerimden tedirgin de oldular. Ama haklıydım. Sahne bu kadar sıkışık olmamalıydı, solistlere daha fazla hareket serbestliği lazımdı, duyguyu besleyen etkileyici bir ışık düzeni olmalıydı vs. O zaman, bir bir daha olmaz mıydı?