Bazen,
bizi şaşırtan, bir ilkmiş gibi gördüğümüz bir durumun,
aslında çok eskilerden beri yaşandığını fark etmeyiz. Toplumun
temel değerlerini çiğneyen davranışlar ve bunların genel kabul
görmesiyle tarihte hep karşılaşılır, ama yine de bu durumlar
şaşkınlıkla ve karşı koymalarla karşılanmıştır. Toplumlar
bu tür gelişmeleri anlama gereği duymuş, uygun terimler ve
açıklamalar aramışlardır. Eski toplumlarda, kimi zaman
tanrıların gazabı, kader veya bir günahın bedeli gibi, inançlara
dayalı açıklamalar gelmiş. ‘Hubris’ kelimesi (‘hybris’
diye de yazılır) bu anlamdadır. Eski Yunan’da kullanılmıştır
ama bugün de, Batı dillerinde, biraz farklı bir kavram olarak
kullanılır.
Eski anlamı, şiddet ve aşırı davranıştan doğan durumlardır. Bu tür davranışların, tanrıları ve buyruklarını aşağıladığına, onların da insanları mutlaka cezalandırdığına; hubris suçunu işleyenin gerçeklikle temasını kaybettiğine, yeteneklerini doğru değerlendiremediğine, gerçek güçlerini aştığına, yanlış yolda kullanarak, zorlanmaması gereken sınırları aştığına inanılırdı. Kelimenin eski anlamı, güçlünün kurbanını kendi keyfi için aşağılamasını da içerir. Eski tragedyalarda hubris örnekleri çoktur: tabu sayılan cinsel suçlar, kamusal ve kutsal mallara el atmalar... Aristo’ya göre, hubris, hasmı aşağılamak demektir – özellikle, karşı taraf buna layık olduğu için değil, suçu işleyenin tatmini için yapıldığında. Eski Yunan’da şeref yalnız kazanılan ün ve beğeni değildi; birinin aşağılanmaması ve utandırılmaması anlamını da içerirdi. Aşağılayan, hubris cezasını hak ederdi (bence çok ‘şövalyece’ bir anlayış bu.) Hubris suçu işlendiğinde bütün toplumun cezalandırılacağına inanılırdı.
Günümüzde hubris biraz farklı bir anlam edinmiştir: aşırı özgüven, gurur, kibir. Yani tevazunun tersi. Bu suçu işleyen insanların –çok zenginler veya siyasiler gibi– ‘yükseklerde’ oldukları varsayılır. Hubris’le suçlananların, Eski Yunan’da olduğu gibi günümüzde de, yaptıklarının sonucunda bir cezayla karşılaşacakları ve sonunda acı çekeceği de ima edilir. Kitab-ı Mukaddes’te bulunan “Kibir felaketin önünde yol alır” sözü bu modern anlayışı dile getirir gibidir. “Kibir insanı kör eder” sözü de öyledir. Eskiden olduğu gibi günümüzde de, ‘haklı ceza’ için ‘nemesis’ kelimesi kullanılır. Tarihçi Ian Kershaw, Hitler’in yükselişi ve çöküşünü, ‘hubris’ ve ‘nemesis’ kelimelerini kitabının başlığı yaparak sunmuştur. Tanrı’nın yerine geçerek bir insanın yaratılması çabası olarak yorumlanabilecek ‘Frankenstein’ romanı da bir hubris örneği olarak görülebilir.
Olimpos Dağı’ndaki tanrıların kimseyi cezalandırmadığını biliyoruz; Hitler gibilerinin hayattayken görünmez güçlerce hak ettiği biçimde yargılanmayacağını da biliyoruz. Bu durumda hubris saçma bir kavram mıdır? Bir bakıma öyledir. Ama toplumlara bir tarihçi ve antropolog gözüyle bakarsak bu kavramın anlamını sezebiliriz. İnsanlar soydaşlarından ve özellikle güçlü konumda olan yöneticilerinden, yazılı olmayan bazı ilkeleri izlemelerini beklerler. Toplumsal ve siyasi sistemlerden bağımsız, muktedirlerin veya toplumların açık bir biçimde dile getirdikleri yasaların ve buyrukların ötesinde bazı temel haklar toplumların inancında hep var olmuş gibidir. Açıkça ifade edilmemiş olsalar da, uyulmasını istedikleri ve bekledikleri, ahlakla yakın ilişkisi olan beklentilerdir bunlar.
Güçlüden bazı sınırları aşmaması istenmiştir. Beklenen, insana saygı, zayıfın aşağılanmaması, güçlünün kibirle dengesini kaybetmemesidir. Bunlar, binlerce yıllık geçmişten bugüne süregelen beklentiler olarak da görülebilir. Kibir yüzünden sınırlar aşılırsa tanrısal bir ceza gelmeyebilir, ama insanlar hubris yüzünden bir felaketin geleceğine inanmışlar nedense. Bu inanç bütünüyle temelsiz, sıradan bir dilek değildir. İnsanlık tarihi içinde hubris noktasına varmış güçlülerin kendi felaketlerini de hazırladıkları çok görülmüştür. Bu da bir yerde doğaldır, çünkü dengeler bozulduğunda ve aşılmaması gereken sınırlar zorlandığında toplum içinde güvensizlik, korku, huzursuzluk, karmaşa başgösterebilir. O eski insanlar genel ahlak ve temel insan ilişkilerine dair bu olumsuz durumu, ‘hubris’ kavramını oluşturarak dile getirmişler.
Bugünkü terimlerle geçmişi kıyasladığımızda benim aklıma ‘meşruiyet’ kavramı geliyor. Bazı durumlarda birileri yazılı yasaları çiğnemese de, görünürde haklı görünse de, çevrenin gözünde kabul edilemez sayılabilirler. Çünkü toplumları bir arada tutan bazı ilkeleri, inançları veya uygulamaları tanımamış, ihlal etmişlerdir. ‘Hubris’e çok benziyor bu kavram. ‘Nemesis’ yani ceza da bunun ardından geliyor; suçlu cezalandırılıyor, kimi zaman bütün toplumla birlikte. Hubris sahibi, toplumun gözünde değersizleşiyor ama toplum da bir çöküş yaşıyor. Siyaset biliminin dilini bilmeyen eski insanlar, güçlülerin, uygarlıkların ve toplumların çöküşlerini ‘hubris’ ve ‘menesis’ gibi kavramlarla açıklamaya çalışmışlar. Sanırım olaya çok geniş bir açıdan bakmış, isabetli bir gözlemde bulunmuşlar.
İnsanlar keyfiliğin bir sınırı olduğunu, kibirli güçlünün sonsuza dek kalıcı olamayacağını, sonunda kişi veya toplum düzeyinde ‘ceza’nın geleceğini, yani bir felaketin yaşanacağını hubris veya meşruiyet gibi kavramlar kullanarak anlatmışlar. Yüzyıllardır yönetim sistemleri değişiyor ama toplumların kalıcı bir yanı var: Yönetici ile yönetilen arasında aşılmaması gereken bir sınır hayal etmişler.