Cumartesi. Radyo Agos yayını bitmiş. Bir iki dükkâna girip çıkıyorum, alışveriş için. Girdiğim dükkânların birinde, bir haber kanalı açık. Koca koca kırmızı harflerle “Tahir Elçi Öldürüldü” yazıyor. İnanmak çok zor. Çıkıp bir kaldırım kenarına çöküyorum. Bu nasıl olabilir? Kim? Bu kadar göz göre göre mi? Ama bir yandan da inanmak çok kolay, bu ülkenin yakın tarihine bakınca. Evet, bir yandan da inanmak çok kolay; ama yine de duruyor zihin. Nasıl ya? Olamaz ki. Olmaz yani. Tahir Elçi öldürülemez!
Hızla eve gidiyorum. Görüntüler gelmeye başlamış bile. Daha da karmaşıklaşıyor iş. Bildiğim bir sokak, Dört Ayaklı Minare’nin tam altı. Birkaç gün önce kurşunlara hedef olmuştu, o minarenin ayakları. O kültürel mirası korumak için basın açıklaması yapıyorlarmış, Elçi’nin öncülüğünde. Son sözleri ekranda. Sonra ortalık karışıyor. Koşarak sokağa girenler, neredeyse bütün mermilerini onların üstüne boca eden sivil polisler. Meğerse öncesi de varmış. Ana caddede taksiye yanaşan polisleri vuranlarmış bu iki kişi. Sonra yine sokağa geliyoruz. Görüntüleri onlarca kez izliyoruz. Silahlar sıkılıyor, kollar sağ tarafa doğru dönüyor. Sonra kamera biraz daha dönüyor ki, Tahir Elçi yüzüstü yerde. Ensesinden vurulmuş. Morg görüntüleri var, ama bakmıyorum. Zaten bir süre sonra, o görüntüleri paylaşmayı kesiyorlar neyse ki. Yine olay yerine bakıyoruz. Her kareden bir ipucu çıkarmaya çalışıyoruz. Nasıl oldu bu iş? Elçi bir tezgâhın içinde mi katledildi, yoksa olaylar mı öyle gelişti? Bu ülkenin tarihini iyi bildiğimiz için ilk seçeneği gözardı edemiyoruz. Olup bitenler, görüntüler, Elçi’nin şu ya da bu şekilde polislerin silahından çıkan mermiyle vurulmuş olma ihtimalinin güçlü olduğunu söylüyor ama... Tam olarak bilemiyoruz. Sonra Başbakan Davutoğlu çıkıp konuşuyor. Sözlerine bakılırsa, Elçi’yi polislerin vurmuş olabileceğini, hükümet de kabul ediyor. Ama tabii sorumluluğu üstlenmiyor devlet. ‘Öyle olmasaydı (ilk saldırı olmasaydı) böyle olmazdı’ya getiriyorlar. Zaten devlet ne zaman sorumluluk üstlenmiş ki?..
Yine Dört Ayaklı Minare’ye ve altında yatan Elçi’nin cansız bedenine bakıyorum. Akla ister istemez, Hrant Dink’in o görüntüsü geliyor. Sadece öldürülme şekilleri değil tabii. Barış için, diyalog için çırpınan ve sadece bu yüzden hedef olan iki insan. Ümit Kıvanç’ın dediği gibi, hedef haline getirildikten sonra vuran birisi çıkıyor. Ama zihin takılıyor bir yandan da. Neden Tahir Elçi? Neden o cayırtı koptuğunda Tahir Elçi hâlâ oradaydı? Yine görüntülere bakıyorum. Ortalık karıştığında cadde tarafına, yani sol tarafa bakıyor, meraklı ve tedirgin. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Birazdan ne olacağını bilmiyor tabii, ama bakışlarındaki tedirginlik... Bir güvercin tedirginliği mi bu?.. Herhalde...
Dört Ayaklı Minare’ye takılıyor sonra gözlerim. Ayakları kurşunlanmış. O dört ayağı düşünüyorum. Son yıllarda kaç kere önünden geçip Surp Giragos Kilisesi’ne gitmiştik. Her gidişte ve dönüşte, o dört ayağa gözüm takılır, bakardım. Önce ayaklara, sonra minareye. Kimin gözü takılmaz ki?.. Suriçi’ni, Diyarbakır’ı, tam da tarif etmez mi o 100 metrekarelik bölge? Sola saparsın, bütün tarihselliğiyle Ermeni Kilisesi. Neredeyse yan yana Süryani Kilisesi. O dar sokaklar. Yakında eski Ermeni Mahallesi, hani Margosyan’ın benzersiz diliyle anlattığı.
Bu açıdan baktığımızda da bu hikâyeleri birleştiren bir şeyler yok mu? Var elbette. Bunu düşünüyorum bir vakit. Akşama doğru, olay ânına ait yeni görüntüler düşüyor internete. Yine bakıyorum, bakıyoruz. Bir ipucu, yeni bir detay. Olabilir mi acaba? Tablo değişmiyor. Bu sefer de o cayırtıdan can havliyle kaçmaya çalışan o siyah güzel kediye takılıyor gözüm. Ona da bir şey olmuş mudur acaba? Nasıl da korkmuş. Kurtulmuş sanki.
Yine Tahir Elçi’ye takılıyor gözüm. Aynı soru. Niye oradaydı? Niye kurşun onu buldu? Tamam biliyoruz, ama niye? Şebnem Korur Fincancı’nın dediği gibi, son âna kadar orada mı kalmak istemişti? Acaba bir hak ihlali olacak mı diye, son âna kadar olup biteni mi gözlemek istemişti? Kim bilir, belki de öyle olmuştu. Ama sonuç değişmiyordu. Vurdular Tahir Elçi’yi...
Bir güvercini daha vurmuşlardı işte. Önce hedef haline getirmişlerdi. Çok daha geniş bir tarif yaptığı sözlerinin işlerine gelen tarafını almışlardı. Elçi, o dört kelimeyi söylemiş, başka bir şey dememiş, yapmamış gibi biliniyordu artık, ülkenin geri kalanı tarafından. Burada da karşımıza çıktı işte o benzerlik. Hrant Dink de söylediği onca söze, onca dokunuşa rağmen, dava konusu olan sözlerinden ibaret biriymiş gibi bilinmeye başlanmamış mıydı, ülkenin geri kalanı tarafından?
Hedef haline gelmek böyle oluyordu işte; sonra birileri, aramızdan alıyordu o insanları. Ailesi, yakınları, dostları, halkı, bir kalp ağrısıyla kalakalıyordu. Ama en çok da ailesi... Ateş düştüğü yeri yakıyordu elbet. Sonra bir cenaze töreniyle cevap veriliyordu bu iklime karşı. “Bu ülkede sadece avcılar yaşamaz” demenin bir yoluydu bu da.
7 Haziran sonrasını düşünüyorum sonra ister istemez. Suruç, Ankara, Tahir Elçi... Tüm bu süreçte toprağa düşen canlar, ablukalarda hayatlarını kaybedenler. Selamet Yeşilmen... Kimi sayacağız, hangi birini sayacağız.
Bile isteye sokulduğumuz bir atmosfer bu. Haftalarca yazdım, yeniden yazmayayım artık. İşte bu puslu havada, dönüp dönüp bakacağımız biriydi Tahir Elçi. Tam da bunun için mi öldürdüler onu? Galiba. Yine görüntülere bakıyorum, Dört Ayaklı Minare’ye. Sonra yine, sokağın başına...