“Tepelerde tanklar var. Helikopterden mahalle içleri, evler taranmış. Yoğun bir bombardıman var. Yasağın olduğu mahallelere yakın sokakları da tarıyorlar. Beş yaşında bir kız çocuğu, yasağın olmadığı yerde şarapnel parçasıyla yaralanmış.
Emniyet Müdürü’yle görüştük, mahalleye girişimizle ilgili can güvenliğimizi sağlayamayacaklarını söylüyorlar. Yasağın olduğu mahallelerde yakınları olan bine yakın insan, her şeye rağmen mahallelere girmek, neler olduğunu bilmek istiyor.
Milletvekilleri, sivil toplum örgütleri, belediye başkanları, bir aradayız. Herkes halkla dayanışma içinde, olası ölümlerin önüne geçmeye çalışıyor. Emniyet Müdürü’nün dediğine göre, operasyonu kendisi yönetmiyormuş. Bakanlık tarafından yürütülen bir şey. Cizre, Silopi, Nusaybin’de yürütülen operasyonların devamı yürütülüyor burada. Çok ağır bir operasyon. Burası açık cezaeviydi, açık işkencehaneye dönüştü.”
Çarşamba günü ağır bir operasyonun sürdüğü Silvan’da bulunan HDP milletvekili Edip Berk, Bianet’e, ilçedeki durumu bu sözlerle anlattı.
Günledir ağır muhasara altında olan Silvan’a devlet, son olarak tank ve helikopterlerle girdi. Bölgeden gelen haberlere göre, operasyonları artık polis değil ordu yürütüyor. 10 Kasım’dan bu yana ilçede öldürülenlerin sayısı altıya ulaştı. Duyduklarımız, daha önceki operasyonlarda da olduğu gibi ilçede gıda sıkıntısı yaşandığı, yaralıların hastaneye götürülemediği yönünde. İlçeye giden HDP’li vekillerin bir kısmıyla da irtibat kurulamıyordu.
Gelinen bu aşama, birkaç açıdan ürkütücü ve düşündürücü. AKP ve devlet, bu ilçeleri ateşe boğma ve hendeklere, özyönetim ilanlarına çok sert karşılık verme stratejisine, aslında 7 Haziran’dan sonra, çatışmalı sürecin başlamasıyla hız vermişti. Haziran-Kasım arasında, denklem, çok kabaca tarif edersek, şöyleydi: Muhasara altındaki ilçelere bir süre girilemese de Batı’da sınırlı da olsa bir karşılık buluyor, birçok heyet çatışmalar bittikten sonra bölgeye gidip, oluşan hasarı tespit etmeye çalışıyordu. Ancak, bir yandan da, devletin bu tavrının 1 Kasım’da nasıl sonuç bulacağı merak edilmekteydi. AKP’nin biraz daha güç kaybetmesi ya da 7 Haziran’dan sonra ilave oy kazanamaması durumunda, devletin ister istemez yeni bir stratejiye ihtiyaç duyacağı ve en azından biraz daha sakin bir döneme girilebileceği, en azından umulmaktaydı.
Ancak böyle olmadı. Devletin savaş politikasına PKK’nin karşılık vermesiyle girilen süreçten, siyasi açıdan, artık devletleşen AKP kazançlı çıktı. Seçim gecesi, AKP istediğini aldığına göre, artık yeni bir sürecin başlayabileceği düşünüldüyse de, bu beklenti kısa sürede tuzla buz oldu ve Güvenlik Zirvesi’nden “Savaş sürecek” kararı çıktı. PKK de, bunu üzerine, Ankara Katliamı sonrası ilan ettiği ateşkes kararını tek taraflı olarak bitirdiğini ilan etti.
Dolayısıyla çok kritik bir aşamadayız. AKP muhtemelen 1 Kasım’da kendisine verilen desteği ‘savaş için açık çek’ olarak yorumlayarak, stratejisini bir sonraki aşamaya taşıdı. Artık sürekli hırpalamaktan haz duyduğu HDP’yi tamamen denklem dışında bırakacak, Kürt meselesinin çözümü içinse devletle uyumlu partnerler arayacak hale gelmiştir. Buna ilave olarak, Öcalan’ı ‘konuşturmama’ politikasıyla siyasal Kürt hareketini belli ki biraz daha sıkıştırmaya ve yönsüz bırakmaya çalışmaktadır.
AKP, belli ki bu tablo içinde Batı’dan da çok ses çıkmayacağını, çıksa bile bu sesin kendisine oy açısından bir tehdit oluşturmayacağını hesaplıyor. Zira, 2019’a kadar bir seçim görünmüyor.
Bu stratejiye PKK’nin nasıl bir karşılık vereceği, kritik önemde. HDP içinde, Altan Tan gibi isimler, örgütün son dönemdeki stratejisini eleştiriyor, keza tarihte Kürt siyasetinde etkili olmuş kimi isimlerden de eleştiriler geliyor, ancak bölgenin ateş çemberi içinde olması ve yaşanan sivil kayıplar, bu eleştirilerin de enine boyuna konuşulmasını engelliyor.
Kanımca, önümüzde bizi bekleyen en büyük tehlike; AKP’nin artık Kürt sorununun çözümünde bir muhatap değil de, hem iktidarına karşı ciddi biçimde muhalefet yürüten, hem de kendi kafasındaki ‘Kürt sorununda muhafazakâr çözüm’ modeline engel olan bir çizgi olarak gördüğü HDP’yi ve siyasal Kürt hareketini tamamen devre dışı bırakmak için savaşın şiddetini artırması. Bunun, ‘zihinlerdeki bölünme’yi ve kopuşu daha da güçlendirme ihtimali var. Bu son stratejiye Batı’dan ses, tepki gelmemesi durumunda, ‘zihinlerdeki’ kopuşun hızlanması mümkün.
Bunun mantıkî sonucu, siyasal Kürt hareketinin “Madem öyle, biz de Türkiyelileşme işinden vazgeçeriz” diyerek –ve biraz da şartların gereği olarak– kendi gündemine odaklanması, kendi tabanını canlı tutmaya çalışması olacaktır.
Yapılacak ilk iş, millî irade meraklısı AKP’nin, HDP’nin bölgede hâlâ en önemli güç olduğunu dikkate alarak, ‘siyasi çözüm’ için masaya oturması ve Öcalan’la şeffaf bir temas sağlamasıdır. Ve elbette Batı’dan bu gidişata karşı bir ses çıkması... Ufukta başka bir çözüm görünmüyor.