“velhasıl, onlar vurdu biz büyüdük kardeşim”
Ece Ayhan
Jean Paul Sartre’ın, şimdi adını hatırlayamadığım bir romanında, iki arkadaş bir gar binasının önündeki kafede oturup şarap içerler. Biri Paris’te, kendi boyunu çok aştığını hissettiği sorunlar içinde mahvolmuş haldedir; diğeri ise, kaybedildiği çok belli olan İspanya İç Savaşı’nın son kalelerinden Madrid’e gidecektir. Biri hayatı boyunca hiç mutlu olamayacağını, diğeri gideceği yerde şanslıysa öleceğini, değilse esir düşeceğini bilmektedir. Ceplerindeki parayı şaraba yatırmışlardır. Bir daha görüşmeyeceklerini, mutlu olmayacaklarını bilerek, kaybedilmiş bir savaşın tarafı olarak, sakin sakin oturur, şaraplarını içerler.
Ankara Garı’nın önünde bombaların patladığı andan beri, kendimi onlar gibi hissediyorum.
Epey zamandır bu köşede yeme-içme yazma kisvesi altında, yaşadığımız coğrafyayı anlatmaya çalıştım. Bu memleketin ne kadar önemli olduğunu yazdım. Üzümün, buğdayın, şarabın, peynirin anavatanı, medeniyetin doğduğu yer olduğunu yazdım. Biraz buruk, mirası çalınmış bir ülke olduğumuzu ama hâlâ, nefes aldığımız her anda umut olduğunu da yazdım. Mevsiminde yenen balığın, torunlarımızın da o balığı yiyebilmesi için ne kadar önemli olduğunu yazdım. Kaybolmakta olan bir üzümün, mayanın, peynirin, inadına korunması gerektiğini yazdım.
Ama atladığım bir yer olmuş anlaşılan. Burası, zamansız ölümlerin, ikiyüzlülüğün, ölümlere kılıf uydurmanın da anavatanı aynı zamanda.
Artık umudun, özellikle barış umudunun da kalmadığı, öldürüldüğü bir ülke burası. Ve biz sakin sakin oturmuş, olacakları izliyoruz, pek gerçekçi olmayan bir sakinlikle. Ne değiştirir, bilmiyorum ama Martin Luther King’in sözleri aklımdan hiç çıkmıyor: “Ya kardeş gibi yaşayacağız, ya aptallar gibi yok olacağız.” Bu sözün sorusu artık anlamını yitirmiş durumda. Galiba aptallar gibi öleceğiz. Kardeşçe yaşama hayalleri başkalarına kaldı galiba.
Çünkü burası, cenazelerin polis arabalarının arkasından sürüklendiği, suçların inatla, defalarca hatta yüzyıllarca cezasız kaldığı, bazılarının katilleri avuçları patlarcasına alkışladığı, cinayetleri aklamaya çalıştığı, alenen, yüzümüze baka baka yalan konuşulduğu ve bu yalancıların yönettiği, bir mafya babası oluk oluk kan akıtmaktan bahsederken barış isteyenlerin paramparça edildiği ülke aynı zamanda.
Benim kutsal saydığım topraklarda 100 kişi bombayla öldürülmüşken, Başbakan’ın televizyonlarda, oy, seçim, koalisyon falan dediği, istifası istenen bakanın pis pis sırıttığı, pespaye bir yer...
70 yaşındaki nine ile dokuz yaşındaki çocuğun aynı anda öldüğü, koca koca adamların çıkıp ‘bu patlama kimin işine yarar’ tartışmaları yaptığı bir yer…
Elinde Ali İsmail Korkmaz’ın resmiyle, adalet isteyen gencecik bir çocuğun paramparça cesedini gömdüğümüzde kaybettik galiba barış umudunu. Şimdi başka, gencecik bir kız, elinde bu sefer o çocuğun resmiyle yürüyor. Böyle sakin sakin oturarak, bari o resmi taşıyan kızı korumayı başarabilecek miyiz peki? Bilmiyorum.
Biz sustukça onlar vuruyor. Biz sustukça onlar cehennemimize bir odun daha atıyor. Oysa biz inanmıştık yaşadığımız cehennemi cennete çevirebileceğimize. Şimdi bakıyorum, Ankara Garı’nda havaya uçan güleç gençlere, vakur teyzelere, barış gerçekten barış mümkün mü diye...
Bilmiyorum.