Bu ülkede başına bir şey geldiği zaman şöyle bir şeyle uğraşmak zorundasın: Önce öldüğünü, öldürüldüğünü ispatlaman gerekir. Bu ânın tüm televizyonlar tarafından yayınlanması, barış için, silahlar sussun diye çabalamış olman da bir şey değiştirmez. Seni ve yakınlarını öldürmek isteyenlerin aylardır buna benzer, son derece kanlı, gaddarca cinayetler işlemiş olması da bir şey değiştirmez. Bu ülkede, o an hâkim olan devlet aklının, siyasetinin dışındaysan, öldürüldüğünü, daha doğrusu devlet dersinde katledildiğini kan, ter, haykırış içinde ispatlaman gerekir.
Saymazlar çünkü seni ölüden. Önce şunu derler: Kendi kendilerini öldürdüler. Bunun mantıksız olması önemli değildir. Önemli olan senin ölümünü değersiz kılmaktır, seni ölüler arasında saymamaktır. O yüzden önce öyle derler. Dolayısıyla sen ve yakınların, daha ölümün acısını hissedemeden, yasını tutmaya başlayamadan bu mahluklarla kavga etmeye başlarsınız. “Ya, biz öldük be, katledildik” demek istersiniz de, sesiniz çıkmaz. Çıkamaz. Sonra baktılar böyle olmuyor, çünkü dedikleri hem mantıksız, hem de dünya ayağa kalkmış, başsağlığı mesajları filan geliyor, yabancı diplomatlar karanfil filan bırakıyor, ayıp olacak, başka bir şey diyelim derler. Bu sefer işi boğuntuya getirmeye çalışırlar. Alenen. Efendim, o da olabilir, bu da olabilir, öteki de olabilir ama en çok şunlar olabilir, zaten onlar sizinkiler değil midir, eh öyleyse siz de zaten öylesinizdir. Yani şunu demeye getirirler topluma: Boşverin, o kadar üzerinde durmaya değmez. Siz yine çığlık atmaya çalışırsınız “Ya, öyle olsa ne olurdu, ama öyle değil. Biz göz göre göre öldük, katledildik.” Bu arada yakınlarınız hastanelerde, adli tıplarda perişan olur, kan istemeniz bile mesele olur. Öyle ya, koca devlet kan mı arayacak? Yani arar da, nasıl, ne şekilde olacağına kendisi karar verir. Kan gerektiğini bile ispatlamak zorunda kalırsınız. Bu arada devlet işi boğuntuya getirmeye devam ediyordur, meselenin kendi istediği gibi anlaşılması için gereken çerçeveyi çizmiştir, medya da genel itibariyle bu çerçeveye uyar. Ama tabii, iktidara daha yakın medya bu çerçeveye bile uymak zorunda değildir, boğuntuya getirmenin de ötesine geçerler, her türlü komplo teorisini boca ederler, iktidarları açısından kimi düşman bellemişlerse onu ortaya atarlar, ki orası aslında yas evidir. Şöyle düşünün: Yas evine dalmışlar, ileri geri konuşuyorlar, bağırıyorlar.
Güç bela artık öldürüldüğünüzü anlatmaya başlarsınız. Birileri elbette ki sesinizi duyar. Ama iktidar oyunu öyle bir kurgulamıştır ki, dönüp baktığınız toplumun bir kısmı ölümünüze sevinmeye başlamıştır bile. Üstelik bu sevinenler, ‘birlik bütünlük’ laflarını dillerinden düşürmeyenlerdir. “Ülkemizi böldürmeyeceğiz” şiarını dillerinden düşürmeyenlerdir. Toplumu asli olarak kimin, nasıl böldüğünü görürsünüz.
Ve bir de şunu görürsünüz: Bu ülkede kötülük bulaşıcı bir şey değil, devralınan bir şeydir. Çünkü bir süreklilik vardır. Kahramanmaraş’ta mesela bir Alevi katliamı olmamıştır onlara bakarsanız. Maraş’ta “olaylar” olmuştur. O katliamı icra eden hıncın nasıl körüklendiğinin, devlette her zaman temsilini bulan ‘kötülük’ tarafından nasıl kurgulandığının üstü ta o zaman örtülmemiş, boğuntuya getirilmemiş midir? Benzer çerçevede cereyan eden durumlar için, mesela, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” denmemiş midir?
Sivas Katliamı da öyle değil midir? Onun da aynı şekilde üstü örtülmemiş midir? Mesela şu Ankara Katliamı’ndan sıyrılmaya çalışan devlet, Sivas’tan devleti sorumlu tutarken, bu sefer de o katliamı icra eden gaddarlığın üstünü örtmeye çalışmamış mıdır?
“Devlet sorumlu” deyince alınıyorlar. Peki, bunu başka bir izahı var mıdır? Bu katliamların hemen hepsinde devletin, öyle ya da böyle, büyükçe bir sorumluluğu yok mudur?
Devlet her seferinde kendi yediği haltın üstünü örtmeye çalışmamış mıdır? Ama daha önemlisi, devlet her seferinde kendi halkının bir kısmını ‘gözden çıkarılabilir’ olarak görmemiş midir? Her katliam öncesinde bunun zeminini kendisi kurgulamamış mıdır? Maraş’tan Sivas’a, Roboski’den Ankara’ya, her katliam öncesinde bunu zihinsel arkaplanı hazırlanmamış mıdır?
“Kötülük devralanın bir şeydir bu ülkede” derken bunu kastediyoruz işte. Bir zehir var bu devletin aklında. O zehir her iktidar tarafından bir sonrakine devrediliyor. Daha doğrusu, her gelen, o zehri devralmaya çok hevesli oluyor.
Bakıyoruz çünkü, ve gördüğümüz manzara şu: Bir katliamcı grup, toplumun bir kesimini bombalarla sindirmek için ülkenin dört bir yanında kol geziyor. Canlı bomba listeleri aylardır ortalıkta geziyor, kimin ülkeye girdiği, kimin canlı bomba olduğu bırakın istihbaratı, konuyla ilgili internette biraz arama yapan herkes tarafından biliniyor.
Ama önlenmiyor. Devletin kafasını öte yana çevirdiği, belki de işe yarar bulduğu bir karanlık, Mersin’den Diyarbakır’a, Suruç’tan Ankara’ya kol geziyor. Ölüm kusuyor.
Devletimiz ise önce seyrediyor, sonra meseleyi boğuntuya getiriyor ve üstelik, sorumluluk kabullenmiyor.
Böyledir işte bu ülkede yaşamak. Halkına karşı kurulmuş bir devletimiz var çünkü. Devletin sahipleri değişiyor, ama o ‘gözden çıkarılabilir’ halk pek değişmiyor. O kötücül devlet aklı da, bu aklın dayandığı toplumsal zemin de.
Devrede devrede gelen bu kötülüğün kaynağındaki zehri bulmamız gerekiyor. O zehri bulmazsak çok öleceğiz daha, ve çok öldüğümüzü ispatlamaya çalışacağız. Geç olmadan, o zehri teşhis etmemiz gerekiyor.