Avrupa’yı sarsan göçmen dalgası yaşlı kıtanın göçmen politikalarında ve ülkelerin iç siyasetlerinde yeni gelişmelere yol açacak gibi görünüyor. Mevcut tabloyu, Avrupa’da yeni sağın gelişimi üzerine çalışmalarıyla tanınan Zeynep Atikkan’a sorduk.
En güncel gelişmeden başlayalım isterseniz; Suriyeli sığınmacıların yoğun bir şekilde Avrupa’ya geçişinden sonra, Almanya ve ardından birkaç ülke daha sınır kontrollerine başlayarak, serbest dolaşım sistemini bir nevi geçici olarak rafa kaldırdılar. Avrupa’da elbette bir panik hali yaşanıyor ve bu durum biraz da bu halin sonucu; ama yaşanan bu gelişme, daha derinde nelerin göstergesi? Siz nasıl yorumluyorsunuz?
Avrupa’nın kapısına dayanan ve yüz binlerle ifade edilen göçmen dalgası, Avrupa içinde krize neden oluyor. 2008’de başlayan finansal kriz, Avrupa Birliği’ni ‘Kuzey-Güney’ ekseninde ayrıştırmıştı. Kuzey Avrupa ülkeleri ve özellikle Almanya, Güney ülkelerini hovardalıkla suçlamıştı. Kuzey-Güney kırılması, bugün dahi aşılmış değil. Göçmen krizi de Batı ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasında yeni bir gerilim hattı yarattı. Finansal krizde olduğu gibi göçmen krizinde de kilit ülke AB’nin en güçlü ekonomisi olan Almanya. Almanya, finansal krizin aşılması için Güney Avrupa ülkelerini kemer sıkmaya zorladı. Aynı Almanya bu sefer göç krizinde Doğu Avrupa ülkelerine işaret parmağını sallayıp bu ülkeleri sorumluluklarını idrak etmeye zorluyor. Avrupa dayanışması için çağrı yapıyor; ancak etkili olamıyor. Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya gibi ülkeleri ikna edemiyor. Dolayısıyla görüş ayrılıkları derinleşiyor.
AB’nin en güçlü lideri Merkel, Almanya’nın, Avrupa topraklarına göç eden çoğunluğunu Suriye ve Afganistan göçmenlerine kapıları açtığında şu mesajı vermek istedi: Ortada, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana eşi benzeri görülmemiş bir insanlık dramı var. Göçmenlere kapıları kapamak bir insanlık suçu… Merkel, Almanya’nın 800 bin göçmeni alacağını söyleyerek cesur bir adım attı ve yüz binlerce kişi sınırdan giriş yaptı. Yunanistan krizinde tavizsiz tutumu nedeniyle eleştirilen Almanya, bu sefer bir merhamet simgesi haline geldi. Almanya’da sanki bir empati patlaması yaşanıyordu. Ne var ki, 13 Eylül’de Almanya ani bir kararla sınır kontrollerine başladı. Bu sefer Almanya ne yapmak istiyor, bu neyin manevrası sorusu gündemde. İşin en vahim noktası ise Avrupa’da, AB içinde sınır kontrollerini kaldıran ‘’Schengen uygulaması rafa mı kalkıyor’’ tartışması yapılıyor. Almanya’nın iddia ettiği gibi geçici bir süre için sınır kontrollerinin başlaması, elbette ki Schengen’in rafa kalkması anlamına gelmemeli. Ancak Almanya, göçmenler konusunda Avrupa ülkeleri içinde ortak tavır alınamayacağının bilincinde. ‘’Bu işi tek başıma üstlenmem, sınırı hem açarım, hem de kapamasını bilirim’’ mesajını veriyor.
Bu arada, Avrupa Birliği’nin temel taşlarından biri olan Schengen uygulaması, ilk kez ihlal edilmiyor. 2001-2011 yılları arasında, Danimarka’da iktidardaki muhafazakâr-liberal azınlık hükümetini dışardan destekleyen aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi, İsveç ve Almanya sınır kapılarına kontrol noktaları koydurtmayı başarmıştı. Schengen’in ihlali anlamına gelen bu uygulama, o zamanlar kimsenin dikkatini çekmedi. Aslında bu karar, Avrupa’daki pek çok merkez partinin de işine geldi. 2007 yılında Fransa’da cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy de sıkıştığında, ‘’Serbest dolaşımın daha keskin kurallara tâbi olmasını’’ istiyor ve aksi halde Fransa’nın Schengen’den çekileceği tehdidini savuruyordu. Fransız aşırı sağının lideri Marine Le Pen, zaten doğrudan Schengen öncesine dönülmesini ve Avrupa ülkelerinde sınır kontrollerinin başlamasını tekrarlayıp duruyor. Sonuçta, bugünkü ‘’Schengen rafa mı kalkıyor’’ sorusunun bir geçmişi var. Aşırı sağ partiler açıkça, merkez sağ partiler ise sinsice yıllardır Avrupa entegrasyonunun simgesi olan Schengen’in delinmesi için adımlar atıyorlar.
Bugünkü göç krizi nedeniyle hukuki, siyasi ve güvenlik açısından Schengen uygulaması, AB’nin hep gündeminde olacak. Son kamuoyu yoklamaları Avrupalılar arasında Schengen karşıtlarının sayısının arttığını ortaya koyuyor.
Avrupa, kurumsal ve toplumsal olarak mülteci krizine neden bu kadar hazırlıksız yakalandı?
Avrupa, yıllardır Kuzey Afrikalı göçmen dalgasıyla karşı karşıya idi. Bu sorun en fazla İtalya’yı etkiliyordu. 2013 yılının Ekim ayında, İtalya’nın Lampedusa sahilinde 360 mülteci hayatını kaybetti. İtalya Cumhurbaşkanı Napolitano, olayın adını koymakta gecikmedi: ‘’Masumların katliamı’’. Çok haklıydı. Bu trajedi yeterince dikkat çekmediği gibi, İtalya, mülteci konusunda Brüksel’den yeterince destek görmedi.
Suriye krizi, göçmen ve mülteci sorununu devasalaştırdı. Suriye iç savaşında 200 bin kişi hayatını kaybetti. Suriye’de 10 milyon kişi evlerini terk etti, bunların bir kısmı ülkede kalmakla beraber yardıma muhtaç halde. 4 milyon Suriyeli, Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e dağılmış durumda. Avrupa kapılarına dayanan göçmenlerin yüzde 51’i ise Suriyeli… Suriyeli göçmenler, sadece IŞİD’den değil, ülkedeki iç savaştan kaçıyorlar. Afganistan, Irak ve Eritre’den göçmenler Avrupa kapılarındalar ve göç devam edecek. Avrupa kamuoyu ise hâlâ olayın şokunda… Birkaç ay öncesine kadar, Avrupalılara Türkiye’de yaklaşık 2 milyon Suriyeli olduğunu söyleyince, hayretler içinde kalıyorlardı.
Avrupa’nın göçmen krizine hazırlıksız yakalandığı bir gerçek… Bu noktada doğru soru şu: Avrupa, hazırlıksız olmayı mı tercih etti? Bu sorunun yanıtı, bir bakıma Avrupa Birliği’nin 21’inci yüzyılda kendini nasıl tanımladığı sorusuyla ilgili... Avrupa daha liberal mi olacak, yoksa benmerkezci bir Avrupa’ya mı dönüşecek? Bu temel tartışmalar, Brüksel’i teğet geçiyor. Avrupa bünyesindeki Müslüman nüfusun entegrasyonu konusunda da yıllardır ayak sürülüyor. Brüksel bürokrasisi için Avrupa Birliği sanki ‘’insansız’’ bir yapı. Zaten bu görüntü, aşırı sağ partilerin ekmeğine yağ sürüyor. Onlar halka sahip çıktıklarını iddia ediyorlar. ‘Avrupalı liderler’, “21’inci yüzyılda nasıl bir Avrupa’’ sorusunun üzerine ciddi şekilde eğilselerdi, belki ‘geliyorum diyen’ göçmen krizi, farklı şekilde ele alınırdı; ve krizin insani, hukuki ve lojistik sorunlarına karşı daha hazırlıklı olunurdu. Göçmen krizi karşısında ortak tavır sergileyemeyen Avrupa ülkeleri, şimdi tek başlarına paçayı kurtarma çabası içindeler. Bu da çözümü kolaylaştıran bir yol değil elbette.
"Avrupa’nın göçmen krizine hazırlıksız yakalandığı bir gerçek… Bu noktada doğru soru şu: Avrupa, hazırlıksız olmayı mı tercih etti?"
Avrupa ülkelerinin Müslüman mültecilere bakışını biraz aktarabilir misiniz? Yelpaze çok geniş tabii ki, ancak Avrupa'yı günü gününe takip etmeyen birisi için dışarıdan bakınca görüşler iki noktada toplanıyormuş gibi duruyor: Bir yanda mültecilere hoş geldin diyen bir kitle varken, diğer tarafta mültecilere ekonomik ve siyasi gerekçelerle son derece şüpheyle yaklaşan bir kitle de bulunuyor. Mültecilerin Müslüman olması da kimisi için sorun teşkil ediyor. Örneğin Fransa'da Milletvekili Yves Nicolin, sadece Hıristiyan mültecilerin kabul edilmesi gerektiğini çünkü Müslüman mültecilerin 'kılık değiştirmiş teröristler' olduğunu söylemişti. Bu söylemin toplumda da karşılığı olduğunu düşünebiliriz.
“Müslüman mültecileri Avrupa topraklarında istiyor muyuz” sorusu, göçmen krizinin en önemli tartışmalarından birisi. Batı Avrupa’da bu tartışma, yüksek sesle yapılmıyor. Bilindiği gibi ırk ve din temelinde ayrımcılık, 1951’de imzalanan Birleşmiş Milletler Cenevre Konvansiyonu’na ve Avrupa değerlerine aykırı. Avrupa değerleri de çok açık, azınlıkların korunması, kültürel çoğulluk, yabancı düşmanlığının reddi, şeffaf devlet, açık sınırlar, serbest piyasa ekonomisi, özgür medya… Ne var ki, Avrupa’da İslam konusu, kültürel çoğulluk gibi kavramları tartışılır hale getirdi. Bu, 80’lerin sonundan beri devam eden, zaman zaman boyutları şiddetlenen bir tartışma. 90’lardan itibaren Avrupa’nın siyaset sahnesinde söz sahibi olan yeni aşırı sağ partiler, Avrupa’da İslam’a yer olmadığını telaffuz etmeye başladılar. Zaten çokkültürlü Avrupa fikrine merkez partiler de karşı çıktılar. Kısaca şunu söylemek mümkün, Müslüman göçmenler konusu çoktandır kültürel temelde ele alınmaya başlamıştı. 2010 yılında Merkel, ‘’Almanya’da çokkültürlü toplum iflas etti’’ dedi. İngiltere Başbakanı Cameron da çokkültürlülüğün aşırı ideolojileri beslediğini ve İslami terörizme kucak açtığını ifade etti. Sonuçta göçmenler, İslam ve çokkültürlü toplum meseleleri, Avrupa’nın uzun bir süredir gündeminde.
Bugünkü göç dalgası, olayı yeni bir eksene çekti. Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa değerlerini dikkate almadan, açıkça sadece Hıristiyan göçmenlere kapılarımızı açalım dediler. Slovakya Başbakanı Robert Fiko, bunu lafı dolandırmadan dile getirdi. Slovakya İçişleri Bakanlığı, tek bir camiye sahip olmayan Slovakya’ya Müslümanların entegre olamayacağını söyledi. Macaristan Başbakanı Victor Orban ise, Müslüman mülteci dalgasının Avrupa’nın Hıristiyan köklerini tehdit edeceğini savundu. Orban, Suriyeli göçmenlere karşı Avrupa değerlerinin âdeta koruyuculuğuna soyundu. Müslüman nüfusa sahip olan Bulgaristan hükümeti ise Müslüman göçmenlerin ülkenin demografisini değiştireceği iddiasını öne sürdü. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bu konudaki pozisyonu net…
Avrupa’da İslam’ın yeri ve kültürel çoğulluğun nasıl yönetileceği, artık Avrupa’nın temel sorunlarından biri olacak. Bu noktada Merkel’in şu sözleri gibi ilginç yorumlar da duymak mümkün: ‘’Çok fazla İslam, Almanya’nın problemi değil. Esas sorun çok az Hıristiyanlık!’’ Avrupa ülkeleri, mülteci sorunu ile tavan yapan bir olgunluk sınavı ile karşı karşıyalar. Bu zor bir sınav; ve de göç bağlamında Avrupa’nın moral otoritesi sınanıyor.
Almanya’nın ‘hoş geldiniz’ mesajını tedavüle sokup, merhametli Almanya imajını vermesinin pratik bir nedeni var. Almanya, nüfusu hızla yaşlanan bir ülke, genç iş gücüne muhtaç… Yapılan hesaplar, göçün getirdiği yükün yanı sıra, orta ve uzun vadede getirisi olduğunu da ortaya koyuyor. Bilindiği gibi göç dalgasıyla iki tip insan yabancı ülkelere geliyor. Birincisi daha nitelikli olanlar. Onlar, gittikleri ülkelerde iş gücüne katılıyorlar; girişimci oluyorlar, ekonomiye katkıda bulunuyorlar. Vasıfsız olanlar ise yerli halkın yapmak istemediği işlerde çalışmaya hazırlar; dolayısıyla bu kesimin ekonomiye belli bir getirisi var. Ancak, bugünkü gibi büyük bir göç dalgası, eğitim, sağlık, konut gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Bu dalga devam edecek ve kaçınılmaz olarak Avrupa ekonomilerinin yarınını etkileyecek. Avrupa’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunu söylemek de falcılık değil.