Bu hafta yine ülkemizin zengin ve yaratıcı deyimlerinden, özlü sözlerinden gidiyorum dostlar. Geçen yazımda saydım saydım kesmedi de ondan değil, zaten kesemez, çünkü bize özgü acayipliklerin sonu gelmez. Bu acayiplikler ve imkânsız gariplikler sayesinde gelişmiştir, bize özgü, kara mizah ağırlıklı espri anlayışı. Bu kez deşeceğim söz annemden. Pek sık tekrarlardı, demek sık yaşanırmış: “Allah, fukaranın eşeğini önce kaybettirir, sonra buldurup sevindirirmiş.” Hafta boyunca kafamda yankılanıp durdu bu söz ve nelere bağladım nelere... Bağlanıyor valla. Zira kendimizi bildik bileli, bizi yönetenler her durumda bu kavramdan yararlanıyorlar. Önce olayı anlatayım.
Geçen Salı gün yazılarım bitti, hiç olmazsa iki gün “Ne yazsam, hangi konuya dalsam” gerginliği olmadan yayılabileceğim. Bu ‘yayılma’ nasıl olur? Evdeysen ya televizyon izlersin, ya internete takılırsın ya da benim gibi dinozorlardansan kitap okursun. Tüm bunlar için önce ne lazım? Elektrik. Pat diye gidiverdi elektrik. Eh, gelir, İstanbul burası, gider gelir. El feneriydi, mumdu derken mutfağa girdim ki buzdolabı çalışıyor. Allah Allah... Bu ne demek? Bir faz gitti demek. Az önce de, yani elektrik kâbusundan önce, kısa süre tam tersi olmuştu. Buzdolabını açtım, ışık yok. Elektrik var, dolap çalışmıyor. Düğmelerini kurcaladım, tık yok. “Eyvah” dedim “bozuldu bu, sırası mıydı şimdi?” Hemen bizim Simon’u aradım, buzdolapçıdır, adada değilse “Yetiş” diyeceğim. Ulaşamadım. İyi ki... Boşuna gelecekmiş adam, çünkü akabinde mutfaktaki hiçbir prizin çalışmadığını fark ettim.
Yakında bir elektrikçimiz var, onu aradım. Dedi ki “Kapıdan dışarı bak, giriş ve asansörde var mı?” Baktım, yok. “Bir faz gitmiş, gelir” dedi. Dediği gibi de oldu ama bu kez diğer faz gitti. Yani mutfak prizleri, banyo ve arka odada var, başka yerde yok. Bilgisayara gelen prizde yok, televizyona gelende var ama aşağıda kablolu girişinde olmadığı için çıt yok. O kablolu yayın da, hiçbir uyarı vermeden, pat diye iki kanalı daha çıkardı ya, o da başka. Baktım, birkaç yılda 30 kanal çıkarmışlar, burnumuza gülüyorlar. Bence protesto edin.
Neyse, kardeşimi aradım, onda varmış, ben de çektim kapıyı çıktım, onun evine konuşlandım. Ertesi gün durum aynı. Bu arıza neyse, birkaç binayı kapsıyordu. Yapamadılar, yapılamadı, tam beş gün 80’leri yaşadık. Su da gitti çünkü... Hidrofor çalışmadı. Gece çok geç saatte benim kata kadar azıcık çıkıyordu. Tıpkı 80’li yıllardaki gibi, kovalar, leğenler, şişeler... İlkellik diz boyu. Sözde onarma çalışması yapılırken, bir faz geldi, bir faz gitti, derken hidroforun motoru yandı. O tamir edildi, elektrik hâlâ yok. Üçüncü günün sonunda, birkaç uzatma kablosu edinip, mutfak prizinden bilgisayara bağlamayı ve evde ne kadar gece lambası varsa toplayıp salona ışık getirmeyi akıl ettim. Bir koltuğumu ters çevirip bilgisayarın karşısına koydum ve oradan televizyon izledim. Teknoloji sağ olsun. Sonunda onarıldı, sevindik. Ama sonra yine gitti. Bu kez hepsi gitti. Neredeyse 24 saat. Yandaki büfenin tüm dondurmaları eridi. Derken, Cumartesi akşama doğru her şey düzeldi, yani kaybolan eşeğimizi bulduk. Dünyanın başka bir ülkesinde yaşanır mı acaba böyle bir şey?
O karanlık geceler süresince civardaki tüm apartman görevlileri bizim kapının önünü mekân tuttular; çaylar, çekirdekler, kahveler, kurabiyeler... Aşağıdan sesleniyorlardı arada, “Abla, gel! Çay iç!” Ne yapsın adamlar? Köşebaşı, sokak ışıkları cıvıl cıvıl, zifiri karanlık bodrumlarda mı pineklesinler? Zaman zaman muhabbetlerini duyuyordum yukarıdan. Sık sık tekrarlanan şu: “Mahsus yapıyor bunlar, ‘Bak, bize oy vermezsen, işte böyle eski günlere dönersin’ demek istiyorlar.” Ne hissedeceğimi bilemedim ama düşündüm ki, en sade, en basit, hatta ilkel şartlarla yetinerek yaşayan vatandaşa bile böyle dediren şey ancak güvensizlik olabilir. Ve ne acı, bu güvensizlik bir kez yerleşti mi kolay geçmez. Biz, bizi yönetenlere güvenmiyoruz. Çünkü bu hileye hep başvuruyorlar. Önce bir şer yaratıyorlar, sonra onu giderip eski halimize şükretmek zorunda bırakıyorlar bizi. “Buna da şükür, ya eldeki de giderse ne yaparız?” dediriyorlar. Yani gariban bir eşeğimiz varsa, kaybettirip ettirip bulduruyorlar. Artık ne sanıyorlarsa kendilerini... Dilim varmıyor söylemeye.
Bu arada, sosyal medyadaki börek muhabbetini de duydum. Tam benlik de döktürecek vaktim yok. Ama “Müslüman bir kadın börek yapmayı bilmiyorsa, ailesi dağılmaya mahkûmdur” diyen bakana bir çift sözüm var. Ben Hıristiyan’ım, ne yapsam? Böreği de çok severim ama yapmayı değil, yemeyi... Sen böyle bi laf edip etmediğini düşünedur hele de, zaten elektriksiz börek mi pişer bacım?