Geçen hafta Navasart ayının ilk gününü geride bıraktık. Ermeniler, pagan dönemde, yeni yılın bu gün başladığına inanırlarmış. Büyük Tanrıça Anahit’in de günü olan o gün üzüm kutsanır ve Anahit’e saygı olarak, üzümler, pınarlara, çeşmelere bırakılırmış; ancak bu ritüellerden sonra, yeni olgunlaşmış olan üzümlerden yenebilirmiş. Anlayacağınız, üzümlerin okunmadan yenmesi yasakmış.
En önemli gelir kaynaklarından biri şarap ticareti olan bir millet için, gayet anlaşılabilir bir âdet bu. Âdetin nerden çıktığını tahmin etmek pek güç değil. Devasa arazilerde göz alabildiğinde uzanan bağlardaki üzümler, büyük ihtimalle herkesin iştihanı kabartıyordu ama şarap yapılacak olgunluğa gelmeden yenmemeleri gerekiyordu. Gelip geçenin, canı çekenin, şarap olacak cânım üzümleri dalından koparmasının, sofrada tüketmesinin önüne geçmenin en kolay yolu olarak, yasaklamayı seçmiş, üzümün kıymetini bilenler. Yasak dinî olunca daha kolay uygulanıyor demek ki.
Olgunlaşmamış üzümden şarap yapmak, pek iyi sonuç vermez. Yapılan şarap ticaretinin hacmi, yabana atılacak cinsten değildi; ‘tarihin babası’ Herodot, şöyle yazıyor:
“Nehir akımı ile Babil’e gelen tekneler tamamen deriden yapılmıştır ve yuvarlaktır. Bunları nehrin [Dicle] yukarı kısmında, Asur’un üzerinde yer alan Armenya’da yaparlar. Önce söğüt ağaçlarından teknenin iskeletini çatar, sonra bunun üzerini sanki bir gemi ambarı oluşturur gibi kaplayacak şekilde derileri gererler. Her teknede bir, daha büyüklerinde daha fazla, eşek bulunur. Babil’e ulaşıp yüklerini boşaltınca gemi iskeletini ve tüm kargıyı satarlar, derileri eşeksırtına yükleyip karadan Armenya’ya geri dönerler. Çünkü nehrin akım hızı nehir yukarı yolculuğa izin vermez. Teknelerini tahta yerine deriden yapmalarının sebebi budur. Eşekleriyle Armenya’ya ulaşır, yeni tekneler yaparlar.” (Herodotos, ‘Istoriai’, çev. Müntekim Ökmen, s. 194. İş Bankası Kültür Yay.)
Herodot’tan esinlenen Amin Maalouf, aynı ticareti daha edebi bir şekilde anlatıyor:
“Dicle, akıntıyla inilen ya da yelkenliyle çıkılan Nil'in tersine, tek yönlü akar. Mezopotamya'da rüzgârlar, tıpkı sular gibi, içerilere doğru değil, dağdan denize eser; o kadar ki, süklüm püklüm geri dönüşlerinde, çorak yollar üzerindeki köylerine onları çekecek olan eşek ve katırları da gidişlerinde taşımak zorunda kalır sandallar.
Uzak kuzeyde doğan, kayaların arasından fışkıran Dicle ile baş etmeyi sadece birkaç Ermeni kayıkçı göze alabilir. Yolcuların karşılaşmadığı, birbirini geçmediği, birbirine selam ve işaret vermediği garip bir yoldur Dicle yolu. Koruyucu meleği olmayan, kıyıdaki hurma ağaçlarından başka eşlik edeni bulunmayan gemicinin çektiği yalnızlık duygusu, bu yüzdendir.” (Amin Maalouf, ‘Işık Bahçeleri’, çev. Esin Talu Çelikkan, Yapı Kredi Yay.)
Ermenilerin yaşadığı, bu büyük ticaretin yapıldığı coğrafya yani Doğu Anadolu, Ermenistan ve Gürcistan’ı içine alan bölge, şarabın anavatanı olarak kabul ediliyor.
2012 yılının Ocak ayında Ermenistan’ın Yeğegnadzor şehrinin yakınlarındaki Areni mağarasında 6000 yıllık bir şaraphane kalıntısı bulundu ve bilinen en eski şaraphane olarak kayıtlara geçti.
Bugün bu mirasın izleri hâlâ yaşıyor. Birçok dilde şarap anlamına gelen ‘wine’ - ‘vin’ - ‘oneo’ kelimelerinin kökü, Hititçede ‘şarap kenti’ demek olan ‘wiyanawanda’dan geliyor.
Üzümün olgunlaşmadan tüketilmesini de sağlayan ‘Üzüm Bayramı’, tıpkı şarabın adı gibi, bin yıllara direnen bir âdet olarak, ‘Verapokhum Surp Asdvadzadzin’, yani Meryem Ana’nın göğe alınışı şeklinde, Anahit’in değil, başka bir kutsal kadının adıyla devam ediyor. Anadolu’nun hiçbir yerinde, o üzümlerden şarap yapan Ermeni kalmamış olsa da, hâlâ, üzüm okunmadan yenmiyor. Bu coğrafyada hâlâ şarap yapanlara, içenlere selam olsun.
Bu arada; bazılarımız tatildeyken, bazılarımız sıcak altında kendimizden geçmişken, bu memleketin bir yerleri yine kanıyor. Ben bu yazıyı yazarken, Silvan’dan haber alınamıyordu. İnternet kesilmişti. Hani Gezi Direnişi yaşanırken “Doksanlar bir daha yaşanmaz, artık iletişim çağındayız, hem İstanbul’un ortasında bunları yapan devlet, o yıllarda kim bilir neler yapmıştı” demiştik ya... Çok merak etmeye gerek yok, devlet eski alışkanlıklarıyla, kandan oy devşirmeye çalışıyor, kirli iktidarını ölümlerle yaşatmaya devam ediyor. Malum, devlette devamlılık esastır. Yine birileri ölüyor, yine biz uzaktan, orada ölenleri seyrediyoruz. Ne olmasını bekliyoruz ses çıkarmak için? Renault’nun yine beyaz Toros üretmesini mi?