YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Suruç’u unutacak mıyız?

20 Temmuz günü gerçekleştirilen katliamın üzerinden, yaklaşık olarak 20 gün geçti. 33 gencini gaddar bir saldırıda kaybetmiş bir ülkeyiz. Ama bir yandan da öyle bir ülkeyiz ki, daha doğrusu ülkemizin öyle dinamikleri ve dengeleri ve dengesizlikleri var ki, peşine aynı oranda korkunç sayılabilecek gelişmeler yaşanıyor ve bizi böylesi gaddar bir saldırıyla yüzleşme ya da bunun üzerine düşünme imkânından mahrum bırakıyor. 

Tarihimize çok kabaca baktığımızda, manzara bize, devletin de bir şekilde işin içinde olduğu bu tip katliamların ardından, kendimizi büyük ve bu katliamı bir şekilde unutturacak bir kaosun içinde bulduğumuzu gösteriyor. Bunun herhalde en somut örneği Sivas Katliamı’nın hemen ardından yaşadığımız Başbağlar Katliamı’dır. O büyük travma ve toplumun nasıl olup bu hale geldiği, İslami radikalizmin nasıl böyle bir katliama bulaştığı, devletin bu işin neresinde olduğu üzerine düşünecekken, hemen peşine gelen katliam, tüm bu “olası” sürecin önünü kesti ve bir anda, böyle söylemek çok acı ama, sanki artılar ile eksiler birbirini götürürmüş gibi bir hava oluşmuş, daha doğrusu oluşturulmuştu. Tabii ateşin düştüğü ve yaktığı yerler hariç.

İlginç bir tesadüf mü demeli, yine devletin bir şekilde kâh göz yumarak, kâh ihmalkâr davranarak yol açtığı Suruç Katliamı da, aslında yine toplumdaki İslami radikalizm ve bunun devlette bulduğu müsamaha ile yüzleşmemize, hesaplaşmamıza yol açacak bir gelişme idi ve yine benzer bir durum ile karşı karşıyayız. Bu kez PKK’nın yerel birimlerinin bir tür intikam hamlesiyle iki polisi öldürmesiyle, kendimizi bir anda 90’lardaki türden bir savaşa doğru giden ortamın içinde bulduk. Elbette ki, şu son 20 günde yaşadıklarımız ve kaybettiğimiz canlar da eşit ağırlıkta üzerinde durmaya değerdir, bunu söylemek bile zül. Fakat Suruç, göründüğü kadarıyla hem bu saldırıyı Türkiye içinden gerçekleştiren bir gencin kendini ve onlarca insanı feda edecek derecede nefretle bilenmesi açısından, hem devletin böylesi bir saldırıda gösterdiği ihmalkârlık, daha doğrusu müsamaha açısından ve hem de Türkiye’nin hem doğusu, hem de batısında açtığı derin yara açısından, bilhassa üzerinde durulmaya değerdi.

Böyle olmadı. Öyle anlaşılıyor ki, sadece devlet değil, PKK da çözüm sürecinin ilerlemediği dönemden beri, kendilerini böylesi bir sürece hazırlamaktaydılar. Ve iki polisin öldürülmesinin ardından devlet Kandil’i hızla bombalarken, PKK da sistematik biçimde güvenlik güçlerine yönelik saldırılarını sürdürdü ve artırdı.

Çözüm sürecinin akıbetine ve Kürt Sorunu’nda eli silah tutan tarafların atmayı tercih ettiği, edeceği adımlara dair tablo, belki bu meseleden ayrı bir biçimde tartışılabilir. Tartışılıyor da zaten... Ancak, önümüzde böyle bir yakın tarih ve hâlihazırda böyle bir realite var ve bu realitenin devletin bir hayli işine geldiği de açık.

Bu durum, işin doğrusu eli silah tutmayanlara, silahla arası hiç iyi olmayanlara önemli görevler yüklüyor. Bu aynı zamanda çok zor bir görevdir de.  Öyledir, çünkü önümüzde kendi kendine beliriveren yola baktığımızda, şunu görüyoruz: Evet, elbette ki barışı, silahların bırakılmasını savunacağız, ama aynı zamanda Kürt Sorunu’nda adil, derinlikli ve onurlu bir çözümün yanında duracağız ve burada asıl olarak bakacağımız yer, elbette ki sorunu çözme makamında olan devlet ve hükümettir. 

Bu başlı başına zor bir yol. Ama bununla beraber en az bunun kadar önemli bir mesele daha var ki, o da yine eli silah tutmayanlara, silahla işi olmayanlara düşüyor. Suruç Katliamı gibi üzerinde durulması gereken meseleleri, bu tercih edilmiş savaşın içinde kaybolmalarına izin vermeden, hem o yası tutarak, hem de bu katliamın sorumlularını hesap vermeye, bu katliamla yüzleşmeye mecbur bırakarak, yaşanan bu travmanın da o kahredici tarihimizin içinde bir cümlelik başlık olarak kalmasına izin vermeyecek bir yol bulmak, o yolu açmak, daha doğrusu aramak. Not düşmek gerekir, Selahattin Demirtaş ve HDP temsilcilerinin bu zor dönemde çok yoğun baskı altındayken korudukları pozisyon, gayet ilham vericidir. 

Her katliam, bizi biraz daha umutsuzluğa sürüklemek için icra ediliyor. Ve neredeyse her katliamdan sonra, o umutsuzluğu daha da katmerlendirmek için birileri devreye giriyor. Birileri cenazelerde eşitlenmemizi istiyor. 

Bunun en başta, temel mantığı, İttihat ve Terakki tarafından kurulan devletin işine geldiği açıktır. Onlar her zaman, silahların konuşmasını tercih ederler, isterler. Bu, kanın kanla yıkandığı mantıktır, onları güçlü kılan ve ne kadar “değişti” diye sunulsa da yeniden hayat bulan... 

Dediğim gibi, zor bir iş bu. Ona, yani kanla, düşmanlıkla, diş bilemekle beslenen geleneğe yeniden hayat vermemek, çok zor bir iş. Çünkü o gelenek, sizi her zaman kendi sevdiği, istediği zemine çekmek için elinden geleni yapar. Tam da bu yüzden, hükümetler gelir geçer, ama o devlet yerli yerinde durur.

 Bu geleneğin kazanmasına izin vermeyelim. Ve yine bir “devlet dersinde” öldürülen 33 gencin hem anısını, ideallerini canlı tutalım, hem de hesabını soralım. 

Not: Suruç’taki intihar saldırısında yaralanan ya da patlama sonrası zor durumda kalanlar için bir dayanışma kampanyası düzenlendi. Bu kampanyaya katkıda bulunmak için adresi ziyaret edebilirsiniz.