Yerevan’daki 12. Altın Kayısı Uluslararası Film Festivali 19 Temmuz’da sona erdi. Ermeni Soykırımı’nın 100. yıl anmalarının gerçekleştiği bu yıl, festivalin başlıklarından biri de ‘Soykırım ve Sonuçları’ydı. Belgesel kategorisinde bu konuya yoğunlaşan eski ve yeni çok sayıda film yer aldı.
İzleyebildiklerim arasında iki film öne çıkıyordu: ‘Blood Brothers’ [Kan Kardeşler] ve ‘Morgenthau’.
Uzun metrajlı film kategorisinde ise Anadolu’da geçen yüzyıla damgasını vuran şiddetin sonuçlarına odaklanan, yaklaşımları birbirinden oldukça farklı iki film izledim. ‘1915’, günümüz Los Angeles’ında Diaspora toplumu içerisinde yaşayan bireylerin deneyimlediği travmayı doğrudan ele alırken; ‘Snow Pirates’ [Kar Korsanları] artık Ermeni sakinlerinden yoksun bir Türkiye’de süregelen şiddetin yankılarını sunuyor. ‘Snow Pirates’, 1981 kışında geçiyor, yani şiddetli ve baskıcı askeri darbeden bir yıl sonra…
Blood Brothers, arşiv görüntülerini uzman ve tanıklarla yapılan röportajlarla bir araya getiren daha geleneksel belgesellerin aksine, etkileşimleri ve iç düşünceleri izleyicinin dikkatini filmin final sahnesine kadar avucunda tutacak dramatik bir gerilim yaratan iki figür etrafında şekillendirilmiş. Daha geleneksel bir belgesel olan ‘Morgenthau’ ise Soykırım karşıtı diplomatik çabaları ve kurbanların kurtarılması için yürütülen çalışmalarda gösterdiği liderlik en azından Ermeni toplumu içerisinde iyi bilinen Henry Morgenthau, Sr. ile başlayarak Morgenthau ailesinin üç kuşağının hayatlarını ve yaptıklarını inceliyor. İki film de, belgesel alanında son derece farklı yaklaşımlarıyla dikkat çeken çok başarılı birer yapıt.
Üç kuşağa devredilen ahlâk
Yapımcılığını ve yönetmenliğini Max Lewkowicz’in üstlendiği ‘Morgenthau’, 1915-1917 yılları arasında ABD’nin Osmanlı İmparatorluğu elçisi olan Henry Morgenthau, Sr.’ın ve daha sonra oğlu, Başkan Roosevelt’in Hazine Müsteşarı Henry Morgenthau, Jr.’ın, ve torunu, Doğu New York ve Manhattan Bölge Savcılığı yapan Robert Morgenthau’ın temsil ettiği yüksek ahlaki standartları ve kamusal hizmete bağlılığı yakalamayı başarıyor. Henry Sr. Ermenilerin davasını desteklerken, oğlu da 1929 Ekonomik Bunalımı döneminde en çok zorluk çeken alt sınıfın destekçisi oldu. Ancak, filmin de son derece açık bir şekilde gösterdiği üzere, oğul Morgenthau’ın asıl kader anı, Roosevelt’i Avrupa’daki Nazi teröründen kaçan Yahudiler için bir yardım planı uygulamaya ikna edişiydi. Baba ve oğul, yirminci yüzyılın ilk yarısının en korkunç iki soykırımında birçok hayatın kurtarılmasında önemli rol oynadılar. Belgesel, hükümetin yolsuzluklarına, mafyaya, şiddet içeren sokak suçlarına ve uluslararası suç ve terörizme destek olan beyaz yakalı suçlarına karşı verdiği mücadeleyle en yüksek mesleki dürüstlük standartlarını sergileyen Savcı Robert Morgenthau’ın, yani torunun hayatıyla güzel bir şekilde toparlanmış. Filmin de etkili bir şekilde sunduğu üzere, torunun ahlaki kararlılığı, babasının ve dedesinin sağladığı örneklerle belirleniyor.
Geçmişi arayan iki yakın yabancı
Yapımcılığını Anja van Oostrom’un üstlendiği, Kees Schaap’ın yönettiği ‘Blood Brothers’ ise farklı bir yaklaşımla hikâyesine dramatik bir bileşen katıyor. Türk-Hollandalı araştırmacı gazeteci Sinan Can ve Ermeni-Hollandalı müzikal tiyatro oyuncusu Ara Halıcı ailelerinin 1915’te yaşadıklarını araştırmak üzere harekete geçerler. Bu film ilk olarak Hollanda televizyonu için altı bölümlük bir dizi olarak çekildi. Televizyon filmleri genellikle film festivallerine kabul edilmese de, konusunun önemi itibariyle bu yapım Altın Kayısı’nın yarışma-dışı belgesel kategorisine kabul edildi. Genç kuşağa hitap edecek yüksek yapım standartları ve güncel bir hissiyata sahip bu film özellikle Türkiye ve Ermenistan’da geniş bir dağıtımı hak ediyor. Sinan’la festivalde tanıştım ve bana olup bitenler hakkında açık fikirli davranabilmesi koşuluyla ailesi Soykırım’dan etkilenmiş bir Ermeni’yle birlikte geçmişle yüzleşmeleri fikriyle yola çıktığını söyledi. 38 yaşındaki Ara ise bu projeye çok uygun bir figür, çünkü bugüne kadar kendini Ermeni olarak tanımlamamış olsa da, bu keşif yolculuğuna Sinan ile birlikte çıkma konusunda istekliymiş. İkisi arasındaki bu olumlu kimya arkadaşlığa dönüşse de, bu arkadaşlık keşfettikleri karşısında kısa süre sonra ciddi bir sınava tabi tutuluyor. Ara hemen kendini Ermeni mirasına yakın hissetmeye başlıyor ve Ermeni kimliğini tamamen kucaklıyor. Bu ise, en azından Sinan’ın gözünde, 1915’te olup bitenler hakkında “hakikate” ulaşma çabalarına bir engel teşkil ediyor. Türk olsun Ermeni olsun, filmin muhtemel izleyicilerinden bazılarına, Sinan ve Ara’yla bu yolculuğa çıkmak ağır gelebilir, ama bunun onların kaybı olacağı açık.
1915 olaylarını kapsamlı bir şekilde incelemiş birisi olarak, filmin Türk tarafına da kendi hikâyesini anlatma hakkını tanıma çabası bana acı ve rahatsızlık verdi, ama filmin sonunda sunduklarının yanında bu rahatsızlığa katlanmaya fazlasıyla değer.
Tarihin karanlığında büyümek
Faruk Hacıhafızoğlu’nun yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği ‘Snow Pirates’, ardında karanlık bir dünyanın yattığı sevimli bir büyüme hikâyesi. Bunu daha açılış sekansında anlıyoruz: Fanatik milliyetçi bir öğretmen, devlet tarafından anadilleri Kürtçe yasaklanan öğrencilerini bu yasağı aştıklarında zalimce cezalandırıyor. Çoğu ilk defa bir filmde oynayan yerli oyuncularla Kars’ta çekilen filmin gerçekçiliğine oldukça sert ve karlı bir kış mevsiminde çekilmiş olması da katkıda bulunuyor. Bölge halkı, Türkiye’nin tanık olduğu en sert kışlardan birini kömür sıkıntısı içerisinde geçirmeye çalışmaktadır. Ancak bu sıkıntı devletin işkence ve denetim aygıtını etkilememektedir. Devlet şiddetini önce arka planda görürüz ama kısa süre sonra filmin genç kahramanlarının hayatlarını da etkilemeye başlar. Eski Ermeni Kilisesi Surp Arakelots ise, devletin dayattığı etnik kimlik karşıtı politikasının hatırlatıcısı olarak manzarayı tamamlar. Geniş bir izleyici yelpazesine hitap edecek bu muhteşem yapıtta, Türksoy Gölebeyi’nin sinematografisi öne çıkıyor.
‘1915’ ya da film içinde tiyatro oyunu
1915’in yaratıcıları, Atom Egoyan’ın çığır açan filmi Ararat’ı hatırlatan bir yaklaşım tercih etmiş. Henüz yolun başında oldukları söylenebilecek Garin Hovannisian ve Alec Mouhibian tarafından yazılan ve yönetilen film, Egoyan’ın ‘film içerisinde geçen film’ senaryosuna benzer şekilde, ‘film içerisinde geçen tiyatro oyunu’ konulu bir senaryo etrafında gelişiyor ve bugünün Ermenileri arasında Soykırım’ın travmatik hatırasına odaklanıyor. Simon Abkarian’ın canlandırdığı Simon, oyuncularından birinin geçirdiği trajik bir kaza yüzünden uzun süredir performanslarına devam edemeyen bir Los Angeles tiyatro kumpanyasının yönetmenidir ve “1915” başlıklı bir oyunu sahneye koymaya kararlıdır. Oyun sadece bir defa, 24 Nisan 2015 gecesi sahnelenecektir. Oyunun konusu ise Türk bir askerle kaçmayı kabul ederek kendini kurtarmaya karar veren Ermeni Ani karakteri etrafında gelişmektedir. Ani, planını gerçekleştirmek için ailesini, çocuğunu ve ulusunu terk etmek zorundadır; bu senaryo ise Ermeni toplumu içerisinde kuvvetli itirazlara sebep olur. Bu, son derece farklı yorum ve tepkiler uyandırabilecek iddialı bir film. Her zaman hedefi tutturamasalar da filmin yaratıcılarını bu iddialarından ötürü tebrik etmek gerekiyor. Bu film de bugüne kadar ulaştığından daha geniş bir kitle tarafından izlenmeyi hak ediyor.