Söylesene Vera,
Çocuklara sıkılan hangi kurşun kahpece değildir?
Öfkemiz taş doğursun Vera,
Taş doğursun.
Yüreklerimizi söksün yerinden
Nazım Hikmet
Bana çok aptalca gelen klişelerden biridir, “Bu kadar malzeme varken memlekette mizah yapmak kolay” derler. Sizi onu gidip bir mizahçıya, komedyene sorun. Her gün yeni ölümlerin fışkırdığı, garip bir memlekette yaşarken, insanları nasıl güldürmeye çalışırsınız ki?
Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, 32 insanın bombalarla parçalanarak öldürülmesinin üzerinden daha 24 saat geçmemişti. Böyle bir zamanda bu çılgınlıktan başka ne hakkında yazı yazılabilir ki... Kötülüğün vücut bulmuş hali, bir büyük delilik dalgası, devletin elleriyle serpilip şimdi bizim kapımızı çaldığında başka neden bahsedilebilir ki... Muktedirlerin, ağızlarından salyalar akıtarak “düştü düşecek” dediği, düşmeyince “Düşmedi de ne oldu? Orada bir şehir değil, bir yıkıntı var” dediği yeri güzelleştirmek için yola çıkmışlardı Kobanê’ye doğru. Berkin Elvan Parkı, 500 ağaçlı bir hatıra ormanı yapacaklardı. Çocuklara oyuncak, el örmesi patikler götüreceklerdi. Yaptıkları, göründüğünden daha büyük bir işti. Türkiye’nin batısının, bir ırk bağı olmadan, haksızlığa karşı Kobanê’ye el uzatmasıydı yapılan. Bu taşırdı herhalde bardağı. Aslında böyle düşünenleri, yani “yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanları” fazla yaşatmadıklarını iyi biliyoruz. Ağaçları kesip, yerlerine, inşaatında Kürt işçilerin onar onar öldüğü alışveriş merkezleri, rezidanslar, yollar yapan; Cudi Dağı alev alev yanarken umursamayan; barajlardaki suyumuzu parselleyip satan; raflara GDO’lu gıdaları doldurmaya çalışan; velhasıl paraya ve imana, dolayısıyla oya tahvil edilemeyecek her şeyi anlamsız bulan muktedirlerimiz de öyle yaptı. Oraya gidenleri yaşatmadı. Devletin müdahil, hadi biraz yumuşatarak söyleyeyim, haberdar olmadığı pek bir şey olmadığını çok iyi biliyoruz. Oradakiler çok iyi biliyorlardı. Şimdi herkes anlamıştır umarım, oralarda, Diyarbakır’da, Urfa’da, Der Zor’da yakılan Kürtçe, Ermenice ağıtların neden bu kadar acı dolu olduğunu. Ya bir bombayla, ya bir karanlık kuytuda ya da bir beyaz Toros’ta ölüverip gitmek, vakayi adiyedendir.
Yaşatamayan, kendine benzemeyeni ilk fırsatta bertaraf eden büyük aklın ne olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Devlet böyle işlere ellerini bizzat bulaştırmasa bile, bu işleri yapacak birileri mutlaka çıkar. Onlara göz yumması, yapmasından daha mı iyidir?
“Büyük aklın” bu tehlikeli oyunları, “Büyük resmi gör” zırvalıklarıyla biraz açıklanabilir belki, ama birileri, böyle bir felaketten sonra, ölümün eşiğinde el ele tutuşarak birbirine destek olan iki insanın fotoğrafına neredeyse pornografik bir açlıkla baktıktan sonra hâlâ bu vahşeti olumluyorsa, kurduğu cümlelerin bir yerlerine “ama”lar sıkıştırıyorsa, bir sorunumuz var demektir. Bazen bu ülke kara bir lanet gibi üzerimize çöküyor demektir.
Oysa, Tezer Özlü bizi yıllar önce uyarmıştı, “Bu ülke bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” demişti. Orada bombalananlar, bir ara sokağa çekilip linç edilenler, başından gaz fişeğiyle vurulan gençler, işte buna isyan etmişti aslında. Şimdi yapmamız gereken, düzelmek normale dönmek falan değil. Bizim şimdi bir soruya cevap bulmamız gerekiyor.
Burası kimin memleketi? Bizi, gördükleri her güzel şeyi öldürmeye çalışanların memleketi mi? Yoksa, şehrini, ağacını, suyunu koruyanların, ellerinde oyuncaklarla bir savaş alanındaki çocukların yardımına koşanların mı?
“Burası bizim de memleketimiz” demişlerdi orada ölenler, yol ortasında arkasından vurulanlar.
Bu memleketi sahiplenmekten vazgeçersek nasıl bakarız ki onların yüzlerine? Bu memleket bizim, “yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye çalışanların memleketi”.