Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün âdetlerden uzak
Yaşamak.”
Sait Faik Abasıyanık
İstanbul’da yaşayanlar için vapur bir ulaşım aracından çok fazlasını anlatır. Zaten yabancılar için hazırlanan İstanbul’u gezme rehberlerinde bile, tavsiye edilen şeylerden biridir vapura binmek. Ve vapurda çay ile simit yemek…
Hele çocukluğunuz adada geçtiyse, vapur her şeyden çok sahiplendiğiniz şeyler arasına girmiştir mutlaka. Çocukken sahilde vapur beklerken, kuzenim Alen’le gelen vapurların adlarını tahmin etme yarışı yapardık. Maltepe ve Suadiye vapurlarını birbirinden ayırmak çok güçtü, bir de şehit adı taşıyanları. O benden daha iyi bilirdi hepsini. Ve eğer beklediğimiz vapur, üç büyükten biriyse inanılmaz sevinirdik. Üç büyük, Paşabahçe, Fenerbahçe ve Dolmabahçe adlarını taşıyan, inanılmaz şık ve hızlı vapurlardı ki, onlarda seyahat etmek bir ayrıcalık gibi gelirdi. Bu vapurlarda anısı olmayan adalı ya da İstanbullu yoktur herhalde. Babamdan dinlerdim Paşabahçe’nin Amerikan barında viski içtikleri günleri. Ben de hatırlıyorum, Kabataş’tan kalkan Heybeli vapurunun arkasında sofra kurup adaya kadar rakı içtiklerini. Bu arada sofra deyip geçmeyin, “kuş sütü eksik” rakı sofraları kurarlardı. Vapurların gırtlak işlerine dahli hep olmuştu. İçinde satılan şekerli Kanlıca yoğurdu, çıtır çıtır fırın simidi, hatta büfede el altından satılan votkalı portakal suyu… Ayrıca kocaman ıstakozlar, mevsiminde olta balıkları, tombalacılar tarafından çekiliş yapılarak satılırdı. Hiç bu ağır yeme işlerine girmesen bile, vapurdan simitle martı beslemek, herhalde çocukluğumun en sevdiğim beslenme aktivitesiydi… Üstelik bir obura yaraşmayacak şekilde, kendimi değil de başka bir canlıyı beslerken bu kadar keyif aldığımı pek hatırlamam…
Sonra, ismiyle müsemma “deniz otobüsleri” geldi. Hızla küçük Amerika olacak memleketimize de, bu uzay aracını anımsatan “çağdaş” gemiler yakışırdı zaten. Eski püskü vapurları kim ne yapsın… Berbat prefabrik iskeleleri ile adaların ortasına konulmuş birer çirkinlik abidesi olarak hayatımıza dahil oldular. Büyükada sahilinde 1914 yıllında mimar Mihran Azaryan tarafından yapılan, Kütahyalı çini ustası Mehmet Emin Efendi tarafından çinilerle süslenen vapur iskelesi ile çakma uzay üssü gibi duran prefabrik deniz otobüsü iskelesinin yan yana görüntüsü, insanın asabını bozmaktan başka bir işe yaramaz.
Deniz otobüslerinden sonra, önce Dolmabahçe jilet oldu. Fenerbahçe vapuru, Rahmi Koç müzesinde nispeten iyi durumda. Paşabahçe ise en son Beykoz Belediyesi’ne satılmıştı; şimdi ne durumda olduğunu bilmiyorum…
Deniz otobüslerinin ve vapurların yerini ise nedendir bilinmez yavaş yavaş süper gürültülü derme çatma motorlar aldı ki, deniz otobüslerini arar olduk.
Bu arada, ada vapurunda ince belli, kırmızı desenli bardak altlıklı çay servisinden ne ara karton bardağa geçtik, hatırlayamıyorum bile.
Daha kötüsü olamaz derken, geçenlerde yüzen ütüye benzer yeni vapurları gördük. Çok fazla söylenecek bir şey yok. Dünyanın en güzel iç denizlerinden birinde yapacağınız yolculuğu, konserve kutusu içindeymiş gibi, filmli camlardan zar zor dışarıyı seyretmeye mahkûm olarak yapmak, gerçekten çok saçma.
Adalarına kraliçelerinin ismini veren memleketler varken, bizim Hayırsız, Sivri gibi isimler veriyor olmamız bile, denizden pek hazmetmediğimizi gösteriyor galiba; yoksa neden yüzen ütüye benzeyen şeyleri, güzelim vapurlara tercih edelim ki?
İstanbul’un simgesi olmayı hak etmiş vapurlarımıza bile sahip çıkamıyoruz ya, artık ne desek boş… Artık çayınızı da cam bardakta evinizde için, her şeyi devletten beklememek lazım…