Geçen haftaki yazının başlığı “Ne anladık?” idi ve AKP’nin tek başına iktidar olmaktan uzaklaşma ihtimali belirdiğinde, nasıl da ayrımcı, ırkçı bir dile yönelebildiğine; hele bunun müsebbibi siyasal Kürt hareketi ise eski devletin dilini fersah fersah geçebilecek yeni bir milliyetçi dilin nasıl da kolaylıkla kurulabildiğine odaklanıyordu.
Seçimler bitti. AKP artık tek parti iktidarı kurabilecek durumda değil. Yani “frenlenemez” denen AKP iktidarı, frenlenmiş durumda. Bu yazıda ise çok basit gerçekler gibi gelen kimi gelişmeler üzerinde durmak niyetindeyim.
Öncelikle, AKP’nin artık ülkenin tek ve değişmez hâkimi gibi görünmeye başladığı dönemde, bilhassa seküler kesimde hâkim olan endişe üzerinde durabiliriz. Yazıya çiziye dökülmese de şöyle bir kaygıyla hareket eden bir kesim yok değildi: “AKP, nihayetinde İslamcı bir partidir ve ülkenin özellikleri göz önüne alındığında İslamcı bir parti, bir kez iktidara geldiyse, onu oradan sökmek çok zordur…”
Bu görüş, Türkiye gibi ülkelerde, siyasal İslam akımıyla demokrasi düzleminde rekabet etmenin neredeyse imkânsız olduğu ön kabulüne dayanıyordu. Bu ön kabul, demokrasi dışı bir müdahale önermiyor ve istemiyordu; ancak demokrasi içi çarelerin de sonuçsuz kalacağı karamsarlığından hareket ediyordu. Bu önyargılı ön kabul, tüm “demokrasi içi” ikna çabalarına da, AKP’nin devlet içindeki örgütlenme hamlelerini örnek göstererek yanıt veriyordu.
Bu önyargılı ön kabul, muhtemelen toplumların akışkan bir dinamiğe sahip olduğu ve Türkiye’nin de dünyadan kopmuş bir ada olmadığı gerçeğini gözden kaçırıyordu. Şunu söylemek herhalde mümkün: Sadece bu seçimler değil, tüm demokrasi tarihi bize, elbette demokrasi dışına çıkmaya meyilli iktidarlar olabileceğini, bunların illa ki İslami bir ton taşıması gerekmediğini, ancak sebatkâr bir mücadelenin o aşılmaz denen duvarlarda çok önemli gedikler açabileceğini, yıkabileceğini gösteriyor.
Bu hiç de orijinal gibi durmayan saptamayı, neden yaptık? Bu seçimler, sadece AKP’nin ya da diyelim Erdoğan’ın sınırsız gücünün frenlenmesi açısından önem taşımıyor. Bilhassa, 2007 sonrası Türkiye’deki AKP muhalifi kesimlere egemen olan “yapacak bir şey yok” algısının, karamsarlığının berhava olması açısından da önem taşıyor ve bana sorarsanız, işin bu kısmı daha önemli.
Bunun için bakabileceğimiz iki örnek var. HDP ile başlayalım. İlk kez HDP’ye oy veren ya da Selahattin Demirtaş’ın parlak siyasi performansı, siyasi birikimi sayesinde sadece AKP’yi frenlemek için HDP’ye meyleden kesimler, bilmem bu tarihin farkında mıdırlar ama, bu sadece HDP’nin başarısı değil. Geride, TBMM’den polis zoruyla çıkarılmalar, hapislerde yatmalar, parti kapatmalar, adaylık iptal etmeler, bombalı silahlı saldırılara maruz kalmalar, devlet tarafından her fırsatta itilme kakılmalarla dolu koca bir siyasi mücadele tarihi var. HDP, işte bu mücadelenin üzerine kuruldu ve mesela Demirtaş, bu olgun siyasi performansını, tüm bu hak mücadeleleri sayesinde edindi. Vazgeçmeden, karamsarlığa düşmeden, “bu iş olmuyor” pesimizmine kapılmadan, “madem öyle daha sert yöntemlere başvurmalı” yoluna gitmeden, siyasi temsil yolunda ısrar ederek, yerel ve genel örgütlenmeleri ilmek ilmek sabırla örerek, tüm önyargıları hazmederek buraya geldiler. Ve elbette siyasal alanda açılan imkânları doğru kullanarak, bu imkânları heba etmeyerek. Yani sabırla ve metanetle.
İkinci olarak ise sadece gözleme dayanarak bir argüman geliştirmenin sakıncaları göze alınarak, şu söylenebilir: Bilhassa büyük kentlerde “bir şeylerin değişmeyeceği, gidişatı değiştiremeyecekleri” inancıyla siyasetten uzan duran genç kesim. Gezi Direnişi, bu uzak duruşu büyük ölçüde kırmış ve sokağa, siyasete gözle görülür ölçüde katılım olmuştu. Ancak Direniş’in sönümlenmesi ve devletin Gezi ile ilgili her kıpırdanmanın üzerine şiddetle gitmesi, bu cephede yine tereddütler oluşturmuştu. Ama bilhassa, bu son seçimde gördüğümüz müşahit olmak, sandığa sahip çıkmak, taleplerde ısrarcı olmak, etrafı ikna etmek gibi, Gezi’nin de ilham verdiği demokratik kıpırdanmalar, “uğraşınca” bir şeylerin değiştiğini, değiştirilebileceğini göstermesi açısından, bilmiyorum kayıtlara geçmiş midir?
Elbette ki şu söylenebilir: Bu seçim, taktik hamlelerin, taktik oyların da öne çıktığı bir seçimdi, dolayısıyla bu tablo, aslında Türkiye’nin geleceğini düşünürken kendimize veri alacağımız bir tablo değildir. Doğrudur, muhtemelen bu oy oranlarının sık sık değişeceği yeni bir 10 yıllık döneme giriyoruz ve yeni dönem hiçbir parti için kolay olmayacak, hiçbir oy oranı garanti, cepte olmayacak. Bunun ipuçları görebiliyoruz.
Üstelik tek parti hâkimiyetini kaybeden ve devletle bütünleşmiş bir AKP’nin bu hâkimiyeti yeniden kazanmak için ne tür yollara başvurabileceğini de kestiremiyoruz. AKP’nin elindeki devlet imkânları, yeni bir istikrarsızlık algısı yaratmak ve muhtemel bir erken seçime bu algıyla gitmek için bazı yolları deneyebileceğini bize gösteriyor. Diyarbakır’da seçim öncesi ve seçim sonrasında olup bitenler, bu açıdan bir soru işareti olarak önümüzde duruyor.
Fakat, işte o başta bahsettiğim, mücadeleden gelen deneyim, sağduyu ve sebat, belki de bu yollardan geçmek zorunda kalmamışlara da bir şeyler öğretecektir. Az kazanım olmayacaktır bence bu.