Hrant Dink ve Rakel Dink’in büyük emekleriyle var olan; insanların, çocukların, kelimenin tam anlamıyla elleriyle inşa ettikleri; soykırımın çoraklaştırdığı Anadolu topraklarında hepsi bir yana savrulmuş Ermenilerin çocuklarına yuva olmuş Tuzla Kampı, ya da bilinen adıyla Kamp Armen’e, bir çarşamba sabahı iş makineleri girip kampın bir bölümünü yerle bir etti.
Yukarıdaki paragraf konuya giriş mahiyeti taşısa da, 1915 ve sonrasında bu topraklarda olup bitenlerin bir tür özeti aynı zamanda. Kampın inşa edilmesi, Anadolu’dan, Ermenice öğrenme imkânı kalmamış, kendi dinî ve kültürel gelenekleri içinde yaşama imkânı bulamamış çocukların toplanması; onlara Tuzla gibi bir yerde bir tür ‘vaha’ ortamı sağlanması; bu işlerin peşine düşen kampın yöneticisi Hrant Güzelyan’ın 1979 yılında “Ermeni militan yetiştiriyor” diye hapse atılması; aynı yıllarda kampın Gedikpaşa Vakfı’na satılmasının engellenmesi; bunun için o malum 1974 tarihli Yargıtay kararının gerekçe gösterilmesi –ki o kararla birçok vakfın malına el konmuştu–; sonrasında dört yıl süren bir hukuk mücadelesi ve mücadelenin sonunda kampın ve arazinin Ermeni toplumunun elinden alınması... Özel mülk haline gelen kampın ve arazinin sürekli el değiştirmesi... Ardından, bu kamp için çok büyük çaba sarf eden Hrant Dink’in başına gelenler ve artık hepimizin yakından bildiği, ‘çözülemeyen’ bir cinayet davası...
Güzelyan’ın hapse atılmasından sonraki süreci şöyle anlatmıştı Rakel Dink, 24 Nisan 2015’te Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında:
“İki çocuklu biz, yazları kampta yönetici olarak sorumluluk aldık. Hrant bir taraftan üniversitede öğrenci, bir taraftan da süren bir ekmek kavgası. 1986’da üçüncü çocuğumuz doğdu. Ve Tuzla Kampı’na el kondu. Bugün yıkık dökük duruyor. Keşke hayırlı bir amaç için kullansalardı. Alıp eski sahibine geri verdiler. Sonra kaç el değiştirmiş. Hiçbir sahibine hayır getirmedi.”
İşte bu hikâye, Ermeni Soykırımı’nın sadece 1915 ve sonrasındaki birkaç yıl boyunca icra edilip bitmiş bir faaliyet olmadığını, tüm bir Cumhuriyet tarihine yayıldığını, bunun mal ve mülke el koyma boyutu da içerdiğini, bu iki boyutu birbirinden ayrı düşünemeyeceğimizi de ortaya koyuyor.
Kampın son sahibi, uzun süredir binayı yıkacağının sinyallerini veriyordu. Çok sayıda insan, kamp yıkılmasın diye kampanyalar örgütledi, kamuoyunu hareket geçirmeye çalıştı, birçok haber yapıldı. Etrafı villalarla çevrilmiş olan kampın başına bir şey geleceği belliydi. Kim bilir, belki bir alışveriş merkezi ya da bir rezidans, site... Yeni dönemin ruhuna uygun bir şeyler işte. Bizi hafızasızlaştıran bir şeyler. Bu topraklarda bir zamanlar Ermenilerin de yaşadığı gerçeğinin altını usulca oyan, geçmişimizi, belleğimizi çalan bir şeyler. Ve tabii, hukuken punduna getirilmiş bir şeyler. Sorulduğunda, ellerin iki yana açılıp “Yapılacak bir şey yok” denebilecek bir şeyler. Bu hal de, bu bahsettiğim tarihi özetlemiyor mu zaten? Bir avuç bırakılmış bir halkı eli böğründe, çaresiz bırakan bir şeyler.
Velhasıl, bir sabah vakti, kampa kepçeler, dozerler girdi. Kampın bir bölümü yıkıldı. Neyse ki vicdanlı insanlar oraya koştu, yıkımı durdurdu. Zaten yıkım işini yapan taşeron da, meseleyi öğrenince “Burada yetimlerin hakkı var, benim de çocuklarım var, bu işi yapmam” deyip işi bıraktı. Şimdi bekliyoruz, bir çözüm bulunmasını bekliyoruz. Görünen en makul yol, bu mülkü Ermeni toplumunun elinden alan devlet olduğuna göre, çözümü bulacak olanın da devlet olması.
Ancak şu var ki, 1915’in yüzüncü, Hrant’ın aramızdan alınışının sekizinci yılında, yaraya tuz basıldı. Bir şeylerin hiç değişmediği, sadece –güncel deyimle– ‘yeniden formatlandığı’, bu topluma hatırlatıldı.
Ve elbette şu hatırlatıldı: Bundan sonra ne olur bilemem ama devlet ve hukuki sistem kendi haline bırakıldığında, yokuş aşağı giden bir su gibi, her seferinde mülk gaspına, bir şeyleri bu toplumun elinden almaya, davaları hep kendine yontmaya doğru gidiyor. O doğal ve kahredici akışı bozmak için neredeyse insanüstü bir çaba gerekiyor. Dağlar, tepeler aşılıyor, insanlar yürekleri ağzında, can havliyle bir o yana bir bunu koşturuyor. Bunların sonunda elde edilecek olan da, zaten hakkınız olanı almak, bir şeylere el konmasını güç bela engellemek ya da bir davanın ‘normal’ şekilde sonuçlanmasını sağlamak.
Bu devlet böyle kurulmuş ve böyle işliyor işte. Esas meselemiz de bu değil mi, 100 yıldır? Ve artık bir yerden başlamamız gerekmiyor mu?