“Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” (Yuhanna 8:32, İsa Mesih)
İlkokul müfredatında ‘belirli günler ve haftalar’ diye bir konu vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Herhalde çok iyi öğretmişler ki, bazı şeyler ancak ‘belirli günler ve haftalarda’! hatırlanır olmuş. 24 Nisan yaklaştıkça hatırlıyoruz bazı şeyleri. Bir kısmımız kazasız belasız atlatmak derdinde. “Kim ne dedi” derdi sarmış durumda etrafımızı. Kelimelere, politikaya falan bulandırıp, aslında ne olduğunu unutuyoruz. Sanki bu memlekette yaşayan bir kadim halk hiç yok olmamış, sanki kimse onları görmemiş gibi, şimdi soykırımın 100. yılı nedeniyle herkes bir teyakkuzda. Teyakkuzda olunması gereken başka bir derin sorunumuz var aslında: Artık elle tutulur hale gelmiş olan adalet yoksunluğu.
Adalet duygusunu kaybedersen, o zaman işte gerçekten kaybetmeye başlıyorsun. Bir yerlerde büyük bir suçun işlenmiş olduğunu biliyor olmak, üstelik o suç cezasız kaldıysa, önce adalet duygusunu, sonra tüm duyguları köreltiyor. Garip bir lanet altında yaşıyor olmamızın sebebi bu olabilir mi diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum.
Bugün yaşadığımız, sokaklarında gezdiğimiz, âşık olduğumuz, nefret ettiğimiz bu şehirlerin, kasabaların, köylerin eski sakinlerinin öldürüldüğünü, tecavüze uğradığını, bir gece vakti hiçbir yerin ortasındaki bir çöle doğru yola çıkarılıp ölmelerinin beklendiğini, ilk kuytuda belki kendi komşuları, belki de hapisten çıkarılıp silahlandırılmış çeteler tarafından öldürüldüğünü hiç düşünmeden nasıl yaşarız ki?
Düşünmeseniz bile cesetler bazen bir yerlerden taşarlar. Bir inşaatın temeli kazılırken, bir mağaranın derinlerinden, yağmur toprağı sürüdüğünde bazen, ortaya yüz yıllık kemikler saçılır. Kafamızı çevirince görmeyeceğimiz kemikler.
Ben bu hikâyeleri her dinlediğimde aklıma aynı sorular gelirdi: Nasıl oldu da, geri dönenler, aynı köylerde yaşamayı sürdürdüler? Komşularıyla nasıl yüzleştiler? Komşularının öldürülmesine ses çıkarmayanlarla yan yana, hayatlarına nasıl devam ettiler? Eğer bir travmadan bahsedeceksek kalanların travması daha büyük, yani Ermeni komşusu ölüme gönderilmiş ve bir şekilde geri gelebilmiş adamı anlamak önemli. Çünkü bizimki artık patetik bir hal aldı. Yüz yıldır, öldürüldüğünü, sürüldüğünü ispatlamaya çalışmanın yarattığı hastalıklı ruh hali...
Üstelik mağdur değil de fail olduğunun anlatılmasına boyun eğerek, en yüksek makamlardan vatandaşı olduğun, askerlik yaptığın, vergi verdiğin, tüm sevdiklerinin yaşadığı ülkeni sırtından hançerlemekle suçlanırken bunu yapmaya devam etmek, en iyimser anlatımıyla ‘kanımızı zehirleyen’ bir hastalık.
Hep beraber üstesinden gelmemiz gereken bir sorun bu soykırım.
Askerî gereklilik, savaş şartları falan demeden, olan biteni düşünmekle başlayabiliriz mesela. Düşünüp sorular sorarak... 100 sene önce Anadolu’da var olan 2500 kiliseye, 2000’e yakın okula ne oldu? İçindekiler nereye gitti? Bugün bu memleket Ortadoğu’nun en az gayrimüslim yaşayan ülkesi haline nasıl geldi?
Geçenlerde bir gazeteci Twitter’da, fikirlerini beğenmediği bir Ermeni yazara soruyordu alay ederek, “O bu memleketi neden bu kadar seviyor?” diye.
Bilmiyorum, seviyoruz işte. Bir açıklaması yok. Burada büyüdük diye, her taşın altında bir izimiz var diye. Burada doyduk, âşık olduk, kavga ettik, dayak yedik diye. Taşına toprağına isimler verdik, bayramlarımızı onlara adadık, toprağın verdikleriyle mucizeler yaratmaya soyunduk diye belki. Bilmiyoruz ama seviyoruz.
Çok sevdiğimiz için de suçun olağan olmadığı, topraklarından cesetlerin fışkırmadığı, evden çıkarken annelerin çocuklarına Ermenice, Kürtçe, Rumca konuşmasınlar diye tembihte bulunmadığı bir ülkede yaşama hayalini seviyoruz.
Bu yaşadığımız cehennemin cennete dönmesinin tek bir yolu var. Adalet sağlamalıyız. En azından vicdanlarımızda adalet sağlamalıyız. Ve adalet, ancak gerçeklerin bilinmesiyle yerini bulur.
“Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak.”