Partilerin aday listeleri belli olunca, aklıma 5 Haziran 1977 seçimleri düştü ilk olarak. Solun en yüksek oy oranını aldığı ama o orana karşılık gelecek bir iktidara sahip olamadığı seçimdi. Birebir benzetme yapmak yersiz ama şu açılardan birlikte düşünülebilir sanki: 1970’ler, Türkiye toplumunun resmî görüş cenderesinden ilk ve en büyük kurtulma hamlesiydi. İlk ipuçları 1973 seçimlerinde görülmüş, zirveye 1977 seçimlerinde ulaşılmıştı. Dönemin ruhuna uygun olarak geniş bir taban bulmaya başlamış büyük bir kitlesel hareketlilik, Kürt hareketi dahil, toplumun tüm katmanlarını derinden etkilemişti. Türkiye’nin resmî anlatısı artık eskisi kadar taraftar bulmaz olmuş, o cendere en azından zihinlerde eski rahat konumunu kaybeder gibi olmuştu.
Devletin buna cevabı sert oldu, bildiğiniz gibi. 1980 darbesi ve devamı, klasik devletin bir tür restorasyon hamlesidir ve üzülerek söylemek gerekir ki, başarılı da olmuştur. Burada 1980 öncesinin kapsamlı bir analizine girecek değilim. Ama o, “Haziran’da bir şeyler değişecek” umudu, seçim öncesi döneme damgasını vurmuştu. Dönüp baktığımda, toplumdaki hareketliliğin, yenilik arayışının, o zamanki statükonun nasıl da önüne geçtiğini, o duvarı en azından oy düzeyinde nasıl da geride bıraktığını görebiliyorum.
İkinci haziran ise, Gezi. Elbette, Gezi’deki şartları 1977’nin şartlarına benzetmek mümkün değil ama –yine– şu açıdan, ikisini birlikte düşünmek de mümkün. Bu sefer de 2010’ların arayışı, AKP’de cisimleşen statükoyla, taşlaşmış sistemle yüzleşmiş, onu aşmaya çalışmış ve insanlar, yepyeni, beklenmedik bir siyasallaşmayla, bu kez sokakta o duvarı aşmayı denemişlerdi. Şunu söylemek herhalde yanlış olmaz: İki yıl öncenin haziranında da, toplumsal hareketlilik ve yenileşme arayışı bir yerlerde kök salmış, ancak bu arayış –bu yazıda girmeyeceğimiz– çeşitli sebeplerle, AKP’de cisimleşen devletin sert hamlesiyle karşılaşınca sönümlenmişti.
2015 seçimleri öncesindeki atmosfere ve bilhassa HDP’nin toplumda, kamuoyunda, medyada yarattığı heyecana, hareketliliğe, ilgiye bakınca, yeni bir yenilenme hamlesi ve arayışıyla karşı karşıyaymışız gibi bir hava oluştuğunu sezinlemek mümkün. Bunu sadece listelere bakarak söylemiyoruz elbette. Ve bu sadece bugünün konusu değil; uzun yıllara yayılan bir siyasal mücadele, sonuçlarını vermeye başladı. Yani şöyle düşünelim; geçen yıl bu zamanlarda “HDP projesi tutar mı?” tartışmaları yapılmaktaydı, şimdilerde ise “Barajı geçmek aslında mümkün” analizleri yapılmakta. HDP’yi bir yılda bu aşamaya getiren, hiç şüphe yok, sadece Kürt siyasal hareketinin mücadelesi değil, toplumun da artık bir yenilenme ve taşlaşmış statükoyu aşma arayışı, çabası.
Şu da var: HDP’nin söylemi ve argümanları CHP’yi de –bir miktar–etkilemiş gibi görünüyor. Listelere baktığımızda, merkez sağdan gelen adayların nispeten liste dışı kaldığını görmek mümkün, ‘devlet’i temsil eden çizginin de bir miktar geri çekildiğini görüyoruz. Beri yandan, hâlâ partinin klasik dengelerinin kollandığını ve hak arayışı mücadelelerinde çaba göstermiş isimlerin geri planda kaldığını görebiliyoruz. Ama Ermeni bir adayın CHP listelerinde ilk sıraya konmuş olması, ne kadar temkinli bir açıdan bakarsak bakalım, altı çizilecek bir gelişme. Bu yolun açılmasında bir etken olarak, son yıllarda, Ermenilerin tarihte ve günümüzde yaşadığı sorunları görünür kılan tüm aktörlerin çabasını da saymak gerek.
Elbette bu yenilenme arayışı, sadece Ermeniler ya da azınlıkların listelerde boy göstermesiyle ilgili değil. Kadın adaylara daha fazla kontenjan ayrılması da, yine bu ‘erkek’ siyaset dünyasının ve dilinin kırılmasına yönelik bir arayışın sonucu olsa gerek, ki burada da HDP’nin yıllardır öncü bir rol oynadığını söylemeliyiz.
Burada elbette şöyle bir meselemiz var: Bir partinin (özellikle AKP ve CHP’nin) bir Ermeni aday göstermesi, bu alanda mutlaka ileri hamleler yapacağı anlamına gelmiyor. Esas belirleyici olan, partinin bu konuda nasıl bir çizgi izleyeceğidir. Eğer ‘dönemin havası’na uyarak Ermeni (ya da başka bir ‘öteki’) aday gösterip klasik argümanlar yinelenecekse, orada fazla bir ilerleme sağlanmış olmaz. Ve elbette, seçmen olarak bakacağımız yegâne şey adayın etnik kimliği olmayacaktır; hatta, söylenenler ve yapılanlar, yıllardır yürütülen demokrasi ve eşitlik mücadelesinde bir yere oturmuyorsa, herhalde en son bakacağımız yer olacaktır.
Velhasıl, 13 yıllık AKP iktidarının ardından toplumda bir yenilik ihtiyacı olduğu aşikâr. 2000’leri ‘yenilikler partisi’ olma iddiasıyla geçiren AKP, Erdoğan’ın şahsında artık klasik devletin partisine dönüşmüş, 90 yıllık rejimin katılığının kötü ve totaliterleşmeye meyilli bir kopyası haline gelmiş vaziyette. Çok kaba hatlarıyla ve biraz genelgeçer laflarla bir profil çizecek olursak; Türkiye’de seçmen ‘devlet’i, ‘otorite’yi sever, genel olarak sağdadır, ağırlıkla muhafazakârdır, ancak bir açıdan yeniliği, yenilenmeyi de, bilhassa siyasette, dener. Çok partili sistem tarihimiz, bu iki akımın karmaşık ve düzensiz çarpışmaları, kimi zaman birinin, kimi zaman diğerinin üst akıntı haline gelişinin örnekleriyle doludur.
Bu haziranda da böyle bir kavşakta olacakmışız gibi duruyor.