Diyarbakır, Urfa ve Mardin’in ortasında, bu üç şehre yayılan, ulu bir dağ Karacadağ. Neredeyse 2000 metre yüksekliğinde, ormanlarla kaplı olan bu dağın önemi pek bilinmiyor. Günümüzden on bin yıl önce, ilk insanlar yani atalarımız, bu dağın eteklerinde bir yerlerde, ilk kez buğdayı yetiştirdiler.
Bildiğimiz dünyanın oluşmasında ki belki de en önemli olay bu sayılabilir. Çevrebilimci ve evrim biyoloğu Jared Diamond, ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ başlıklı kitabında (çev. Ülker İnce, TÜBİTAK, 2004) çok basit bir sorunun cevabını arar: Neden, dünyanın bir tarafındaki insanlar, medeniyetlerini geliştirip bugün bizim de içinde yaşadığımız medeniyeti kurdular da, başka toplumlar kabile hayatında kaldılar, ya da şehirleşseler bile buradakine benzer bir medeniyet kuramadılar? Avrupa dışındaki bölgeler, kurdukları medeniyet büyük bir nüfusa ve güçlü bir ekonomiye sahip olsa da, Avrupalı güçler karşında 15. yüzyılda bile epey savunmasızdı. Örneğin Amerika’nın keşfinden üç yıl sonra, Christophe Colomb’un yönetiminde, Dominik yerlilerine açılan savaşta, bir avuç atlı, iki yüz piyade ve özel olarak yetiştirilmiş birkaç yırtıcı köpek, yerlilerin hakkından gelmişti.
Diamond, Modern Çağ’ın başlangıcındaki kıtalararası eşitsizliğin kökeninin bitki ve hayvan türlerinde görülen ve sonrasında tarımsal verimliliği de etkileyen farklılıklara dayandığını savunuyor. Tahılın, özellikle de buğdayın buralarda yani ‘verimli hilal’ denen bölgede yetişmiş olması, bildiğimiz medeniyetin kurulmasındaki en önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Biz bugün çok umursamasak ve hatta farkında olmasak da, bu topraklarda yaşayan, çağlar ötesindeki atalarımız, bu toprakların en nadide ürünleri olan buğdaya ve üzüme saygıda kusur etmemişler. Hititler Anadolu coğrafyasında tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurarken, Anadolu’nun endemik ürünleri olan buğday ve üzümün, kurdukları medeniyet için ne kadar önemli olduğunu iyice kavramışlar. Bu nedenle, belki de tarihin ilk tarım anıtlarından sayılabilecek Konya İvriz’de bulunan, dört metre boyundaki bir kaya kabartmasında, Hitit Kralı’nın önünde diz çöktüğü tanrı Tarhundas’ın elinde iki şey var: Üzüm ve başak. Ve başka bir taş kaidede, Hitit yazısıyla yazılmış olan şu cümle okunuyor: “Ben hâkim ve kahraman Tuvana Kralı Varpalavas sarayda bir prens iken bu asmaları diktim, Tarhundas onlara bereket ve bolluk versin.”
Hititleri dünya imparatorluğu yapan, dünyanın en ileri medeniyetini kurmalarını sağlayan, buğdayın belki de ilk atası olan ve ilk olarak Karacadağ eteklerinde yetiştirilen buğdayın adı olan ‘siyez’, Hititçede aynı anlama gelen ‘zız’ kelimesinin izlerini taşıyor.
Sadece Karacadağ’daki siyez değil, bugün Kars’ta yetiştirilen kavlıca buğdayı da tarihin gelişimini etkilemiş bir bitki.
Bu hafta bunlardan neden bahsettiğime gelince... Dünyaya önce tahılı sonra medeniyeti dağıtmış olan, buğdayın anavatanı Anadolu’da yaşayan herkesin utanması gereken zamanlarda yaşıyoruz da ondan. Mahallenizdeki fırında kullanılan buğdayın bir kısmının yurtdışından, belki ta Arjantin’den gelmiş olması ihtimali olduğunu biliyor musunuz? Oysa bize, okul sıralarındayken, memleketimizin kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olduğu, Konya Ovası’nın tahıl ambarı olduğu falan öğretilmişti. Bugün çiftçi para kazanamadığı için tarım yapmaktan imtina etmesinden, bilinçsiz ve kötü tarım ve sulama uygulamaları nedeniyle artık bazı bölgelerin tarım yapılamaz hale gelmesine kadar uzanan, bir dünya sorunumuz var.
Belki de bereketini kaybetmiş bir ülkede yaşıyoruz, kim bilir... Ama, iyi yemekten, lezzetten konuşmak için önce karnımızı doyurabiliyor olmamız lazım. Benden hatırlatması.