Zaman zaman kimi okuyucularla umulmadık ilişkiler kurabiliyor yazı yazanlar. Bir yazınızı ya da varsa kitabınızı okuyup etkilenen biri, aniden sizinle iki laf etme ihtiyacı hissedebiliyor, ki bu artık çok kolay. Malum, çağımız iletişim çağı. Teknoloji sayesinde, dünyanın neresinde olsanız, dilediğiniz kişiye ulaşabiliyorsunuz. Böylece bir yazara “Şu yazınızı/kitabınızı okudum, beğendim/beğenmedim, şunu hissettim/bunu hissettim, aynı fikirdeyim/değilim” gibi sözler içeren iletiler gönderilebiliyor. Yazar bunlara ya cevap verir ya da vermez, kendi bilir. Ben genelde cevaplarım. Okuyucu, bir yazarın yazma nedenidir, onun fikri önemlidir. Bazen cevabınıza da cevap gelir, bazen aynı okuyucu tekrar tekrar yazar, böylece kimi iletişimler süreklilik kazanır.
Var benim de öyle bazı mail dostlarım, hem de dünyanın her yerinden. Kimi bir süre devam edip bitmiştir, kimi yıllardır sürmekte. İsteyerek ya da rastlantıyla, tanıştıklarım da olmuştur. Doğrusu, pek güzel bir duygudur, bir gün bir yerde “Ben size şu tarihte, şu şeyleri yazan okuyucunuzum” diyen biriyle karşılaşmak. Başka hoşluklar da var. Mesela görüş ayrılığına düşüp zıtlaşmalar, birkaç kez yazıştıktan ya da tanıştıktan sonra, ilk izlenimden pişman olmalar, kendini yakın hissedip özel dertleri paylaşmalar gibi gibi hoşluklar... Bazen yazı konusu bile olabiliyor bunlar.
Geçenlerde bir bey, adını vermeyeceğim tabii, bir kitabımı okuduktan sonra pek hoşuma giden bir övgü iletisi göndermişti. Teşekkür içeren bir cevap yazdım tabii. Biriyle bir kez yazıştığınızda mail adresini hatırlıyor ya bu malum alet, o nedenle adının ilk iki harfi benzediğinden, başkasına diye yanlışlıkla ona gönderiverdim bir gün bir yazımı. Gazeteye göndermeden önce bir göz atması için yazılarımı sürekli gönderdiğim bir arkadaşım var. Çok dikkatlidir, titizdir, çok iyi bir okuyucudur ve gözümden kaçan bir şey varsa mutlaka görür. Hatta ben duygularıma kapılıp fışkırıvermiş ve yazılması sakıncalı bir şeyi yazıvermişsem uyarır. ‘Gönder’ tuşuna basar basmaz fark ettim hatamı, ama gitmişti artık. Adam “Hoppala, durup dururken bu ne diye bana geldi şimdi” demesin diye hemen arkasından başka bir mail atıp açıklama yaptım ve özür diledim. O da, daha hiçbir yerde yayımlanmamış bir yazıyı ilk okuyan olmanın ayrıcalığından pek mutlu oldu ve çok özel bir samimiyet hissetti. Uzattım yine, farkındayım. Hoşgörün valla, öğretmenlikten ve tiyatrodan gelen bir illettir, bu detay mutsuzluğu.
Geçen gün bu bey, oluşan bu samimiyete güvendiğinden olacak, “Bunu sizden başka kimseye soramam” diyerek, çoktandır merak ettiği bir şeyi benden öğrenmek istemiş. Efendim, bu bey, İstanbul’un tarihi semtlerini tanımak için düzenlenmiş bir geziye katılmış. Tabii, tarihi semt deyince, eskiden Ermeni’nin bol bulunduğu semtler gelir akla en çok. Kocamustafapaşa yani Samatya gezisinde Surp Hagop Kilisesi de varmış. Gezi olayları sırasında epeyce sözü geçen Surp Hagop Mezarlığı’na ve halen inşaatı sürmekte olan Surp Agop Hastanesi’ne de epey kulak aşinalığı olduğundan olmalı, çok merak etmiş ve araştırmış. Neyi? Bu namı dillere destan, Surp Agop (Hagop) denen zengin adamı.
Aynen şöyle yazmış: “Kocamustafapaşa gezisine Surp Agop kilisesini de almışlar. Ben de adına hastane, kilise, mezarlık bulunan bu Surp Agop’u merak ettim, internette bilgi bulamadım. Kimdir bu Surp Agop? Biraz bilgi verir misiniz, veya bilgiyi nerede bulabileceğimi yazar mısınız?” Nasıl? İlginç, değil mi?
Önce epeyce güldüm; adı ‘Surp’, soyadı ‘Agop’ olan zengin adam kavramı komik geldi ve o okuyucuma “İlahi (...) Bey, iyi ki başka kimseye sormadınız” diye başlayan bir iletiyle gereken açıklamayı yaptım. Sonra oturup düşündüm ve epey üzüldüm. Bu şehr-i İstanbul’da bu kadar mı bilinmiyoruz, tanınmıyoruz? Herkes Aya Nikola’daki ‘Aya’nın, Sent Antuan’daki ‘Sent’in, Santa Maria’daki ‘Santa’nın ‘aziz-azize’ demek olduğunu bilir de Surp Agop’taki ‘Surp’un ne demek olduğunu nasıl bilmez? Bu kadar mı görünmeden yaşıyoruz? Bu kadar mı yok sayılıyoruz? İstanbul dedim ama onca iz bıraktığımız Anadolu’nun başka şehirlerinde de öyle.
Birkaç yıl önce Diyarbakır’a gitmiş ve Surp Giragos Kilisesi’ni, onarılmadan görmüştüm. Benim orayı görmem gerektiğini söyleyen, üniversite mezunu ve oldukça entelektüel arkadaş, “Sarp Greguar’ı mutlaka görmelisin” demişti mesela, ve ben tabelayı görmeden, nereye gittiğimi anlamamıştım. İngilizce biliyor ya, ‘Surp’u ‘sarp’ okumuş, Giragos da epey uzun kelime, olsa olsa Greguar olur demiş.
Neyse, bu kadar dert ettim ya, şu Şan City bitince, hele içine bir de olmazsa olmaz AVM yapılırsa, insanların kulağı da, dili de alışır herhalde. Dedim ama düşünmeden edemedim, acaba büsbütün ‘Zengin Agop’ sanılır mı?